Kendimce Düşünceler - 11: İnsanım, İnsan
Immanuel Kant: Sonsuz barış mümkün mü? 🕊️ Peki savaş filmlerinden neler öğrenebiliriz? ⚔️ Oku: Dava 📚 İzle: The Substance 🎬
Başlarken
İlk defa girdiğimiz sosyal ortamlarda, “Biraz kendinden bahseder misin?”, “Kendini kısaca tanıtır mısın?” gibi sorularla karşılaşırız veya söylenmese de beklendiğini biliriz. Kimimiz için kendisinden bahsetmek bir zorunluluktan öte keyif niteliğindedir, bunlara sorulmasa da kendilerinden bahsederler ya da konuyu kendilerine getirirler. Burada aslında arka plandaki gerçek beklenti “Kendini tanımla!” olarak özetlenebilir. Buna genellikle X şehirliyim, cinsiyetim şu, mesleğim bu, medeni halim böyle; biraz daha ilerletirsek Y politik görüşündeyim, Z takımının taraftarıyım, şu millettenim, bu inançtanım, cinsel yönelimim böyle gibi çoğaltılabilecek kategorize edici cevaplar verilir. Bu soru için genellikle akla gelmeyen ilk cevap bence şu olmalıdır:
İnsanım.
Belki biraz gülümsemek için meşhur Ferdi Tayfur şarkısındaki gibi “İnsanım, insan”. Bütün mesele zaten bu en temel sorunun cevabında bile “İnsan olmak” kavramının büsbütün unutulmasından kaynaklanmıyor mu? Şimdi şöyle değiştirelim mi tanışma cümlemizi?
- Sen kimsin? İnsan.
- Nerelisin? Dünyalı.
Küçük bir çocuğa “Dünya güzel mi?” diye sorduğunuzda hiç düşünmeden “Güzel,” der. Onun gözünde sizi diğer canlılardan ayıran birinci özellik “insan” olmanızdır. İnsan olmak kolay bir yolculuk değil. Sürekli tecrübe ve ilerleme gerektiriyor. Doğru gördüklerimizi diğer insanlık öğrencileriyle paylaşmayı gerektiriyor. Dünya okulunda birbirimize destek olduğumuz, bu yolculuğa eşlik eden sizlere teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta https://utkucevre.com.tr web sitesinde yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Immanuel Kant’ın “İnsanlığın eğri büğrü kerestesinde hiç düz bir şey yapılmamıştır,” sözünü araştırırken karşıma çıkan uzun denemesi Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, dünyanın henüz cihan harpleriyle tanışmadığı, sanayi devrimi öncesi, aydınlanma çağının sonundan geleceğe bir zaman makinesi göndermiş gibi. Bugün içinde yaşadığımız, uluslararası antlaşmaların ihlali, vekalet savaşları, yabancı savaşçılar, ve göçmen sorunu gibi konularla ilgili, 230 yıl önce Birleşmiş Milletler gibi bir cemiyeti hakem olarak adres gösteren son derece barış ve özgürlük yanlısı bir eser. Kolay okunsa da ana maddelerini özetlemeyi faydalı bulduğum ve yorumu okuyucuya bıraktığım Sonsuz Barış Üzerine isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Bernie Boston’ın çektiği ikonik fotoğraf “Flower Power”, 1967’deki Vietnam Savaşı protestolarının simgesi olmuştu. Hazır konu savaş ve barışken (Tolstoy’un ruhu şad olsun), iki hafta önce başladığım beşli liste serisini, az bilindiğini düşündüğüm tarihi/savaş janrına ait beş film önerisi ile devam ettirdim. Savaşların yalnız filmlerde kaldığı bir dünya ümidiyle, savaş filmlerinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünerek hazırladığım 5 Adet Az Bilinen Savaş Filmi isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Kimi futuristlerin öngördüğü gibi savaşları bitirecek olan şey, Artificial General Intelligence’tan da ileri bir Superintelli, diğer bir deyişle Singularity’nin ortaya çıkması olabilir mi?
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Joseph K. muhtemelen Franz Kafka’nın en otobiyografik karakterlerinden biri. Bir gün hakkında açılan bir dava nedeniyle gözaltına alınıyor, daha sonra ise salıverilse de bütün hayatı bu nedenini öğrenemediği dava çerçevesinde şekilleniyor. Kitap baştan sona mahkeme, yargıç, avukat, sanık, arabulucu, iş takipçisi gibi öğelerle dolu. Hatta bu adalet sistemindeki şahısların çevresindeki kadınların ısrarla kendilerini K.’ya sunmasına kadar varabilen harika bir sistem eleştirisi. Sistemin cazibesi, topluma ve kendine karşı yabancılaşma, suçluluk duygusu metaforları ile örülü. Son bölümünde işin içine katedraldeki rahip ile Katolik inanışındaki asli günah kavramını bile dahil ediyor. Şoke edici karamsar finali ise sistemin çıkışsız olduğunu gözler önüne seriyor. Varoluşçu ve absürt, başkası yazsa kafkaesk denilebilecek kadar da kendi meselesine sadık bir kült klasik. Kafka’yla tanışmak için kısa boyutu sebebiyle Dönüşüm daha makul olsa da, hemen ardından bu kitap gelsin diye öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
2024’ün flaş filmi The Substance’ı sonunda izleme fırsatı buldum. Öncelikle türünü açıklığa kavuşturmak için Golden Globe ödüllerinin kategorizasyonuna bakmayı faydalı buluyorum. Oscar ödüllerinden farklı olarak Golden Globe’da En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleri (ayrıca aynı ödüllerin televizyon dizileri için olanları) Drama türündeki yapımlar ve Müzikal / Komedi türündeki yapımlar için ayrı ayrı verilir. The Substance’ı Golden Globe’da Müzikal / Komedi türünde değerlendirmişler. Daha önce Kendimce Düşünceler bülteninin 9. sayısındaki Ready or Not film eleştirisinde değindiğim gibi korku ve komedi birbirine yakışan türler, dolayısıyla filmimizin body horror denilebilecek bilimkurgu / korku karışık tarafı senaryo açısından önemli ama görsel açıdan izlenemeyecek boyutta değil (45 sene önce çekilen Alien’ı daha zor izlersiniz). Filmin asıl gümbürtü koparmasının gerekçesi filmin hem yönetmeni hem senaristi olan Coralie Fargeat’ın Cannes Film Festivali’nde senaryo dalında ödüle layık görülmesi. Görsel açıdan bir başka popüler Fransız yönetmen olan Jean-Pierre Jeunet’ye benzettiğim hiperrealistik tarzıyla şaşırtan Fargeat, olgun, katmanlı senaryosuyla ödülü gönül rahatlığıyla hak ediyor.

Yaşlandığı için gözden düşen bir aktrisin (Hakikaten başarılı bir performans sergileyen ve bir anlamda kendisini oynayan Demi Moore), bulduğu bir gençlik aşısının sonuçlarıyla yüzleşmesi olarak özetleyebileceğimiz konusuyla, evrensel olarak geçerli olan güzellik standartları ve yaşlanma korkusu eleştirisi bariz görünüyor. Hemen altındaki metafor ise iç benliğimiz ile toplum içinde çizdiğimiz kimliğin çatışması. Hatta kendi çocuk benliğimiz ile yetişkin benliğimizin çatışması. Bunu benlik bağlamından çıkarıp ebeveyn-çocuk ikililiği üzerinden de okuyabiliriz. Sıvıların renginden, mekanların giriş kapılarına kadar zengin bir metafor dünyası içerdiğini söylemek lazım. Bir anda televizyon dünyasını sallayan genç kadın rolündeki Margaret Qualley ve televizyon yapımcısı rolündeki Dennis Quaid de Moore’a aynı kalitede eşlik ediyorlar. Filmle ilgili eksi olarak söyleyebileceğim tek şey süre olarak 140 dakikayı bulması, ancak bu günümüz sinemasının maalesef genel bir problemi, filmler gerektiğinden fazla uzun. Kurgucuları “makas kesmiyor” demeden biraz daha gaddar olmaya davet ederek sözlerime son veriyorum. MUBI alın ve seyredin, platformda bu dönem çok kaliteli yapımlar var, yanında başka iyi filmler de izlemiş olursunuz.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, bültene ücretsiz abone olmak için aşağıya e-posta adresinizi yazmanız yeterli.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alana yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız hem beni mutlu eder, hem de yazıların daha çok kişiyle buluşmasına destek vermiş olursunuz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋