Kendimce Düşünceler - 13: Gelip Geçiciliğinize Sarılın
Yeni yıl neden 1 Ocak'ta başlar? 🎄Kendimizi okumaya nasıl teşvik edebiliriz? 📕 Oku: "Adı: Aylin" 📚 İzle: Soul Kitchen 🎬
Başlarken
Sokağa çıkıp yüz kişiye “Gelip geçici mi olmak istersiniz, yoksa kalıcı mı?” diye sorsanız, bir kişiden bile “gelip geçici” yanıtını alamazsınız (mesela diyorum, sakın çıkıp sokakta soru soracak yüz kişi aramayın). Belki pet şişe gibi kalıcı olmak isteyenlere, jiletle kazınsa bile dimağlarımızdan silinmek istemeyenlere bile rastlayabilirsiniz. Özellikle ileri yaşlarda gark olduğumuz bu “namım yürüsün” ruh hali esasında kendi varoluşumuzun bir kanıtını aramak gibi. Ben, ben olduğum için varım, eyvallah. Peki başkaları için ben gerçekten var mıyım? Bizzat tanıştığım eşim dostum dışında bu dünyadan benim de geçip gittiğim nasıl ispatlanacak? Bu ilginç, kompleks bir problem. Bir münzevi düşünelim. Herkesten uzakta, bir dağın başında, yalnız yaşıyor. En sevdiği rengin kırmızı olduğunu, kadife gibi yumuşak bariton bir ses rengi olduğunu, belki evrenin sırlarına vakıf olduğunu kimse bilmiyor. Şimdi bu kişi gerçekten var mı? En popüler ideolojiler, bir şey üretmiyorsa kişiyi yok kabul ediyor bildiğiniz gibi. Peki ürettikleri gelip geçiciyse, o zaman kişi hangi noktada var olmuş oluyor? Hepimiz bir Jane Austen, Münir Nurettin Selçuk, Bill Gates, Mahatma Gandi veya Serena Williams olamayacağımıza göre yapmamız gereken şey o gelip geçiciliklere bir anlam katmaya uğraşmak. Gelip geçiciliklerinize sarılın, dışarıya açılın, içinizden gelenleri daha çok paylaşın ve yavaş yavaş bu dünyada kapladığınız hacmi genişletmeye çalışın. Merak etmeyin, dünya hepimize yeter, sizin mutluluğunuz başkasının mutsuzluğu pahasına olmak zorunda değil. Bu ağacın meyvelerinin tadı paylaştıkça artar.
Ben kendi gelip geçiciliğimin içinde yazarak, anlatarak, öğreterek dışa açılmayı tercih ettim. Her hafta severek hazırladığım bu bültenler size de bir kıvılcım verebiliyorsa ne mutlu bana! Bu yolculuğa eşlik ettiğiniz için tekrar teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Yalnızca ülkemizde değil bütün dünyada çok karıştırılan ve bazı zihinlerde neredeyse iç içe geçen Noel ve Yılbaşı günleri esasında kökleri insanlığın başlangıcına değin uzanan ve insanın doğa karşısındaki şaşkınlığının, coğrafi olayları anlamlandırma çabasının birer ürünü. Mevsimler ve aylar çok uzun yıllardır bilinse de alışık olduğumuz isimlerinin konması ta Roma dönemini buluyor. Kış gündönümünün, günlerin tekrar uzamasının mitolojideki yeri ve bugün kullandığımız takvim sistemlerine nasıl ulaştığımızı anlatan ve biraz da yeni yıl kutlaması niteliğinde olan “Yeni Yıl Neden 1 Ocak'ta Başlıyor?” yazısını okumak için buraya tıklayın. Yeni yılınız şimdiden kutlu olsun!
İngiltere’nin kuzey doğusunda küçük bir kasaba olan Allendale’da, her yılbaşı gecesi, hepsi farklı giysilere bürünmüş Guiser denilen 45 kişilik bir grubun kötü ruhları kovmak amacıyla başlarının üstünde yanan katran dolu fıçılar taşıdığı ve sonunda fıçıları büyük bir şenlik ateşine attığı Allendale Tar Bar’l seremonisi, dünyadaki en ilginç ve “ateşli” yeni yıl adetlerinden biri.
Goodreads her yıl kullanıcılarına, o yıl kaç kitap okumayı hedeflediklerine dair bir iddia ortaya atma şansı veriyor. Reading Challenge dedikleri bu uygulamanın sonuçlarını yani diğer bir deyişle o yıl içindeki kitap okuma performansını da yıl sonunda kişiye özel bir sayfa ile paylaşıyorlar (benimki burada). “Okumak istiyorum ama elime hangi kitabı alsam yarım bırakıyorum,” diyenleriniz varsa, bu uygulama gerçekten insanda bir tamamlama arzusu yaratıyor. Dopamin hormonu salgılamaya düşman değiliz sonuçta, bırakın keyif verici alışkanlığınız kitap okumak olsun. Bu vesileyle yıl içinde okuduğum, bültende paylaşmadığım ve hepsini ayrı ayrı kıymetli bulduğum bazı kitapları tanıttığım 5 Adet Kurgu Dışı Kitap Önerisi isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Lisede sevdiğim bir tarih öğretmenimin, Ayşe Kulin’in kitlelerce tanındığı Adı: Aylin isimli biyografik romanından sitayişle söz ettiğini hatırlıyorum. O dönem nedense bana tarihi bir polisiye gibi gelmişti. Kulin, içinde yazarlık hevesi taşıyan herkes için gerçek bir örnek. Çünkü pek satılmayan ilk kitabını çıkardığında 43 yaşında, yurdumuzun en saygın öykü ödülleri olan Haldun Taner Öykü Ödülü ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandığında ise 55 yaşında. Ve en güzel eserlerini işte bu yaştan sonra veriyor. Yıllarca başka güçlü kadınların biyografilerini romanlaştırmasının üzerine bu defa kendi öz yaşamına döndüğü son kitabı Dürbünümde Kırk Sene ile ilgili bir söyleşisini gördükten sonra, yıllardır bir türlü elimin gitmediği Adı: Aylin kitabını okumaya karar verdim.
Öncelikle şunu söylemem gerekiyor, Aylin Radomisli Türk romanında pek görmediğimiz düzeyde idealize edilmiş bir karakter. Hem güzel ve alımlı bir doktor, hem candan bir arkadaş, hem sosyal ve eğlenceli biri, hem de gördüğü haksızlıklara seyirci kalmayan bir deli yürek. Üstüne üstlük, fiziksel açıdan yüksek düzey bir asker ve gözleri keskin bir silahşör. Bu tek kişilik gösteriden etkilenmemek mümkün değil. Katil olmayan bir Nicholai Hel gibi Aylin. Bir yandan ta Osmanlı zamanındaki dedelerinden başlayarak Devrimel ailesini inceleyen bir nevi bildungsroman elimizdeki. Aylin’in aynı hataları tekrar tekrar yapmaktan usanmayan o çılgın tarafını da göstermeyi ihmal etmiyor yazar. Ki, gerçek hayatta tanıdığı, hatta kendi kendisini romanına bir karakter olarak eklediği öznel bir durumdan söz ediyoruz, bu bakımdan karakteri sevdirmekle nefret ettirmek arasına gerdiği ipi bazen ustaca sallıyor. Kitapla ilgili olarak bence tek bir iyileşme noktası var. Aylin’in ölüm nedeninin açıkta kalması. Harika bir başlangıç ile Aylin’in geçirdiği trafik kazası portresi ile açılan roman, son aşamada bu kazanın neden olduğunu anlatmakta (bence) cesur davranmıyor. Örneğin, Oliver Stone’un JFK filminde yaptığı gibi bu gizemle ilgili bir öneride bulunmasını beklerdim. Kulin’le geç tanıştım ancak belirtmeliyim ki, neden böyle sevilen bir yazar olduğunu kitaplarından yalnızca bir bölüm okuduğunuzda bile anlayabilirsiniz. Öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Yurdumuz insanının Almanya’yla 1960’larda başlayan tek yönlü göçmenlik ilişkisi, giderek bir tür kader ortaklığına dönüştü. Eskiden hemen her ailede, senede bir görüştüğü ve mavi kapaklı Nivea krem hediyesi ile ödüllendirildiği bir gurbetçi akraba bulunurdu. Gurbetçilerin torunları Almanya toplumu içinde asimile olabilmişken, başarılı bireyler için bir orijin çelişkisi ortaya çıkmaya başladı. Acaba bunlar kanlarındaki Türk genetiğinden ötürü mü başarılı oluyordu, yoksa Alman eğitim sisteminin sunduğu fırsatlardan ötürü mü? Yani kabaca “Aynı inek Hollanda’da 12 kilogram süt verirken, yurdumda niye 3 kilo zor sağabiliyorum?” sorusuna benziyor. Fatih Akın’da da yıllardır bu tartışılıyor. Genç yaşında (1973’lü kendisi) 2004’de çektiği Duvara Karşı ile Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü alan, 2007’de yazıp yönettiği Yaşamın Kıyısında ile Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülüne layık görülen bu yönetmen, Türklerin bereketli tohumu muydu, yoksa Almanların çıdamlı meyvesi miydi? Ben olaya farklı bir açıdan yaklaşayım. Fatih Akın, modern zamanın ruhunu yakaladığı her filminde, millet fark etmeksizin çağdaşlarını gururlandırdı. Bununla beraber modern zamanın ruhunu es geçtiği dönem filmi denemelerinin hepsinde, millet fark etmeksizin tüm sevenlerini hayal kırıklığına uğrattı. Merak etmeyin, 2009 tarihli Soul Kitchen bu iki gruptan ilkine dahil ve çok eğlenceli bir film.

Hamburg’da, göçmenlerin yoğun olarak bulunduğu Wilhelmsburg’da yaşayan Zinos Kazantsakis (Filmin aynı zamanda ortak senaristi de olan Adam Bousdoukos tarafından canlandırılıyor), bir yandan tüm imkanlarını kullanarak satın aldığı restoranı Soul Kitchen’ı (The Doors grubunun aynı adlı şarkısı gibi) işletmeye çalışırken, bir yandan da Çin’e giden sevgilisi, şartlı tahliye olan ağabeyi (çok iyi bir Moritz Bleibtreu), incinen beli sonrasında işe aldığı şef ve restoranının peşindeki emlakçı arasında hayatının dengesini kurmaya çalışır. Im Juli gibi maceralı bir romantik komedi, bence Akın’ın en rahat ettiği tür olabilir. Her türlü zorluğa rağmen kahramanımızın biraz da tesadüflerin yardımıyla işin içinden çıkacağına güvenimizin tam olduğu kendini iyi hisset filmlerinden bile diyebiliriz. Müziğin yerinde kullanımı ve şimşek gibi ortaya çıkıp kaybolan Uğur Yücel’in cameosu ile aklımda yer edecek. Film çekileli 15 yıl olmuş. Ah zaman, genç ruhları yormamanı dilerim! 2000’lerin nasıl bir dönem olduğunu hatırlamak isterseniz, an itibariyle MUBI’den izleyebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alana yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Yazıların daha çok kişiyle buluşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋