Kendimce Düşünceler - 14: Ben Demenin Zamanı Geldi
Herkes için gıda güvenliği nasıl sağlanır? 🍲 Bilgisayar oyunları sanat eseri sayılır mı? 🎮 Oku: Hayyam'ın Terâneleri 📚 İzle: Squid Game 🎬
Başlarken
Kendisinden, düşüncelerinden veya davranışlarından bahsetmesi gerektiğinde genellikle insanlar iki kaçış yoluna yönelir. Bu kaçış yollarından ilki, aksiyonlarının ardını dolduran bir “biz” öznesi kullanmaktır. “Biz böyle yaptık,” veya “Biz şöyle düşündük,” gibi. Birinci çoğul şahıs zamiri ile üzerindeki sorumluluğu ve vardığı sonuçları gizemli bir kalabalıkla paylaşmış olur. Kaçış yollarından ikincisi ise, cümlelerini edilgen yapıda kurmaktır. “Bu şekilde yapıldı,” veya “Böyle konuşuldu,” gibi. Edilgen yapı artık işin içinden insanın kendisini bile çıkartır. Birilerinin, bir yerlerde, bir şeyler yaptığını rivayet eden modern çağ masalcıları gibi saygılı bir utangaçlık içinde görünmez olmasını sağlar. Çoğu insan kendisini olaylardan soyutlamayı veya büsbütün kaybetmeyi de erdemli bir davranış sayar. Kendisine bir paye verilecekse bunu başkaları versin ister. Size bir sır vereyim mi? Artık utangaçlığınızı bir kenara koymanın, aksiyonlarınızın sorumluluğunu almanın ve “ben” demenin zamanı geldi. Ben yaptım. Ben bozdum. Ben düzelteceğim. Ben düşündüm. Ben söyledim. Ben, ben, ben, ben. Kulağa ters geliyor değil mi? Aslında değil. Kendimizi onamazsak, kendimizi takdir etmezsek, aynı şekilde kendi muhasebemizi yapmaz ve kendimizi kritik etmezsek, bunları bizim için yapacak kimseyi de bulamayız. Nasıl bulalım ki? İmzasız bir tablonun ressamını insanlar nasıl takdir edebilir? Ya da ilan-ı aşk eden isimsiz bir mektubun yazarına kim sevdalanır? Los Angeles Lakers basketbol takımının 2000’lerin başındaki efsane ikilisi Shaquille O’Neal ve Kobe Bryant’ın unutulmaz diyaloğunu hatırlayalım:
Shaq: There is no I in T-E-A-M (Takımda ben - I - yoktur)
Kobe: But, there is an M and E in that motherf***** (Ama bana - Me - vardır, yani kibarcası diyelim)

Takım eforu dediğiniz şey bireylerin ayrı ayrı eforlarından oluşur. Bir ülke, vatandaşlarının toplamıdır. Bunca “ben”den sonra artık gönül rahatlığıyla şunu demeyi hedeflemelisiniz: “Ben varım. Ben başardım. Ben değerliyim. Ben iyi bir insanım.”
Benim de “kendimce” düşüncelerimi paylaştığım bu yolculuğa eşlik ettiğiniz için tekrar teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün tüm dünyada gıda güvenliği konusundaki hedefi, 2030 yılına kadar dünya nüfusunun ciddi yetersiz beslenme oranını %2.5’un altına indirmek. Ancak şu an bu hedeften çok uzağız. Dünyada yaklaşık 734 milyon insan ciddi anlamda yetersiz besleniyor, yani alması gereken besin kalorisine erişemiyor ve yıl içinde çok defa açlık deneyimliyor. Afrika’nın belirli bölgelerinde bu oran neredeyse nüfusun üçte birini buluyor. Bu durum halihazırda dünyanın en büyük problemlerinin merkezinde yer alan gelir adaletsizliğini, giderek fırsat eşitsizliğine dönüştürüyor ve kalıcı hale getiriyor. Gıda güvenliği ile ilgili durumun fotoğrafını çekerek, konuya çözüm ve öte okuma önerileri yaptığım “Gıda Güvenliğinde Ne Durumdayız?” isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
“The Vulture and the Little Girl” (Akbaba ve Küçük Kız) 1993’te Sudan İç Savaşı esnasında Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter tarafından çekilen ünlü fotoğraftır. Carter birçok etik soruyla karşı karşıya kaldığı bu unutulmaz kare ile Pulitzer ödülü aldıktan dört ay sonra kendi hayatına son vermiştir. Bütün bilgisayar oyunlarını kabaca ikiye ayırabiliriz. Hareket ağırlıklı oyunlar ve düşünme ağırlıklı oyunlar (böyle bir tasnifi dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız, çünkü ben uydurdum). Hareket ağırlıklı oyunlara örnekler, tabii ki aksiyon oyunları, spor oyunları, boş zaman oyunları, platform ve koordinasyon oyunları. Düşünme ağırlıklı oyunlara örnek ise, strateji oyunları (özellikle de sıra tabanlı strateji oyunları), menajerlik oyunları, bulmaca ve macera oyunları. Ben hayat boyu genelde ikinci kategoriyi tercih ettim. En sevdiğim tür ise point-and-click adventure denilen, bulduğun objeleri birleştirerek yeni objeler elde etme, diyaloglar ile öyküyü genişletme ve bulmaca çözme üzerine kurulu macera oyunları olageldi. Indiana Jones and the Fate of Atlantis veya The Secret of Monkey Island diyerek hem yaşımı belli etmeyi hem de bu unutulmaz yapımları oyuncularla buluşturan LucasArts stüdyosuna saygı duruşunda bulunmayı bir borç biliyorum. 5 Adet Sanat Eseri Niteliğinde Macera Oyunu isimli yazıda, atmosferi, senaryosu ve dramatik yapısı ile kaliteli bir sinema filmini aratmayan, bence gerçekten sanat eseri sayılabilecek bildiğim bazı oyunları sıraladım. Okumak için buraya tıklayın.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Doğu'nun Kafka'sı olarak anılan (Karpatların Maradona'sını çağrıştırmıyor değil) İranlı yazar Sadık Hidayet'in 1923 yılında kaleme aldığı Hayyam'ın Terâneleri, Hidayet'te vücut bulan kuşkucu iyi bir kalpten, kendisinden neredeyse bin yıl önce yaşamış bir şair bilginin Hayyam'da vücut bulan nihilist meraklı yüreğine bir köprü kuruyor. Ömer Hayyam bildiğiniz gibi İran'ın beş büyük şairinden biri (merak edenler için diğerleri Firdevsî, Sadî-i Şîrâzî, Hâfız ve Rûmî - evet Mevlânâ'yı İranlılarla paylaşmakta zorlanıyoruz, eserlerini yaşamını da sürdüğü Anadolu'da verdiğinden dolayı, bence baklava gibi bizdendir). Hayyam şiirlerini rubai formunda yazdığı halde bu kitabın isminde neden bir başka form olan terâne kelimesi geçiyor derseniz, sanırım yazar bu noktada terânenin Farsça ve Türkçe'de de birinci sözlük anlamı olan ezgi, melodi kelimesine vurgu yapmak istiyor. Sadık Hidayet bu kitabı yazdığında, şaşacaksınız ama henüz 20 yaşında ve ona o rubailer bence şiirden ziyade bir hoş ezgi gibi geliyor. Kitap son derece olgun bir inceleme. Rubailerin ortaya çıkışına, etrafta dolaşan pek çoğunun sahte oluşuna (kendi isimleriyle yayınlamaya cesaret edemedikleri yapıtları için Hayyam’ın ismini kullanan çok şair var), Hayyam'ın dünya ve evren görüşüne nokta atışı değiniyor. Sonuna da onun yazdığına emin olduğu rubailerini iliştiriyor ve bir nevi hiç tanışmadığı ama candan sevdiği ustasını onurlandırıyor. Kitabı okuyunca Ömer Hayyam'ı zamanından önce doğmanın sancısını yaşayan bir fikrin kanlı canlı haline benzettim, biraz da üzüldüm. Kitapta da değinilen Hayyam, Nizâmülmülk ve Hasan Sabbah'ın çocukluk arkadaşı olması teorisini romanlaştıran bir öte okuma için Amin Maalouf'un modern klasiği Semerkand'ı da okumadıysanız öneririm. Sadık Hidayet'in meşhur romanı Kör Baykuş'u da listeme aldım. Hayyam'ın Terâneleri ise ilgilisine sevgiyle tavsiye edilir.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Netflix’in, ilk sezonu 2021’de yayınlanan flaş dizisi Squid Game, ikinci sezonu (en azından yarısı) ile bizlerle. Yaratıcı Hwang Dong-hyuk’un 2008 ekonomik krizinden sonra fikir olarak geliştirmeye başladığı ve ancak pandemi sonrasında hayata geçirebildiği projesi, ikinci sezonda baş karakter Gi-hun’un (Lee Jung-jae) oyuna dönüşünü takip ediyor. Squid Game, tıpkı öncülleri Battle Royale filmi ve The Hunger Games film serisi gibi hayatta kalma oyunu oynayan insanları konu eden, bunu yaparken de kapitalist sistem eleştirisi yapan bir dizi. Uzun yıllar önce ikiye bölünmüş Kore yarımadasının Batı’yla entegre olmuş Güney’i ya da resmi adıyla Kore Cumhuriyeti, hane halkı borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı bakımından dünyada en üst sıralarda olan ülkelerden biri, diğer bir deyişle herkesin her zaman borçlu olduğu bir ülke. Kapitalizmin şeker kaplı zehri sayılabilecek, öncelikle toplumu ihtiyacın üstünde tüketime yönelik borçlandırma, daha sonra ise borçlarını ödemesi için artık değeri fazla bir çalışma düzeni kurma (bunun modern anlamda neye tekabül ettiğini tahmin edersiniz, filmler üzerinden ipucu vereyim) sistemi konusunda Amerikalı antropolog David Graeber’in Borç isimli kitabının Prof. Emrah Safa Gürkan tarafından detaylıca incelendiği videoyu aşağıda paylaşıyorum (Hocanın Youtube kanalı olan Omnibus’u sosyal bilimlere ilgi duyan herkese tavsiye ederim).
Diziye dönersek, ikinci sezonu Netflix’e yakışır biçimde taksit taksit seyirciye sunuluyor. La Casa de Papel de aynı dertten muzdaripti, son sezonu fiilen üçe bölünmüştü. Sezonun kalan kısmı Haziran 2025’te gelecek olmakla beraber, ilk kısmının da 2021’deki heyecanı yaşattığını söyleyebilirim. Bu sefer dizinin tartıştığı metaforik konulara bir yenisi daha eklenmiş, o da demokrasilerin seçim sistemlerine endekslenmesinin yarattığı global popülizm akımı. Tüm dünyada popülist liderlerin başa geçtiği veya geçmek üzere olduğu çağımızda, modern anlamda içi boşaltılan demokrasinin nasıl kurtarılabileceği şu an birçok düşünür ve akademisyenin üzerine kafa yorduğu çok güncel bir konu. Üstüne üstlük, Güney Kore’nin haksız gerekçeyle sıkıyönetim ilan ederek kendi kendine darbe girişimi yaptığı şüphesiyle görevinden azledilen ve hakkında yakalama kararı çıkarılan başkanı Yoon Suk Yeol halen başkanlık konutuna sığınmış ve tutuklanmaya direnir vaziyetteyken, Squid Game’in yazarlarının demokrasi ve sıkıyönetim metaforlarıyla dolu böyle bir dizi sezonuna imza atmaları hakikaten ileri görüşlülük. İlk sezondan şerbetli olanlar için şoke edicilik oranı da ayarlanmış, heyecanlı bir seyirlik olarak öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alana yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Yazıların daha çok kişiyle buluşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋