Kendimce Düşünceler - 15: Zaman Yolculuğu
Değişimi nasıl kabul edebiliriz? 🐦🔥 Animeler: Japonya tarihine bir bakış ⛩️ Oku: Neksus 📚 İzle: The Whale 🎬
Başlarken
Zaman yolculuğu yapmanın en kolay yolu, yaşamımızda iz bırakan önemli bir anıyı gözümüzün önüne getirmektir. Nerede olursak olalım, bizde bir çeşit olumlu veya olumsuz travma bırakmış hatıralarımıza dönünce, o hatıraya konu olan mekân, irtibatta olduğumuz kişiler, belki burnumuza gelen bir koku veya o an hissettiğimiz fiziksel bir acıya değin net bir biçimde tekrar tezahür eder. Aslında biz o anıyı gözümüzün önüne getirmemişiz de sanki o anının içine girmişiz gibidir. Zaman yolculuğu geçmiş yönlü olduğu için olmayanları olduramayız, yaşanmışları da silemeyiz belki ama, o an veremediğimiz cevapların içimizde yarattığı tortuyu, söylenememiş elvedaları, sevgi sözcüklerini, kızışları, edilememiş teşekkürleri, yaşanamamış gururları, gerçeği (illaki gerçeği) en azından kendi zihnimizde dile getirecek bir şansımız olur elbet. Affetmenin son kullanma tarihi yoktur. Bir de geleceğe yaptığımız zaman yolculukları vardır ki, işte H.G. Wells’in Zaman Makinesi kitabında geleceğe giden isimsiz zaman yolcusunun yaşadığı gibi, ürkütücü ve şoke edici bir deneyimdir bu. Zihnimizde tam şekillenemeyen gelecek, büyük ihtimalle bize kaygı, yetememe korkusu, şüphe ve neticede depresyon olarak geri dönecektir. Gelecek kaygısıyla bugünü yaşayamamak, anın değerini bilememek, andan keyif alamamak, kısacası şimdiki zamanda kalamamak modern şehirli insanın hareket kabiliyetini sıfırlayan kanımca kendine koyduğu en büyük engeldir.
Geleceğe gidip kaygılanmadan dönebilmek için idealist, iyimser ve özgüvenli olmak en iyisidir. Ya arzu ettiğiniz geleceğin detaylarını iyice düşünün ve belirsizlikleri ortadan kaldırın ya da o kadar esnek ve uyarlanabilir olun ki hayat denizinin dalgalarında sörf yapabilin. Unutmadan, ünlü bilgisayar bilimci Alan Kay’in dediği gibi:
Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, onu icat etmektir.
Geleceğinizi icat ederken, her hafta severek hazırladığım bu bültenlerden de faydalanabiliyorsanız ne mutlu bana. Bu yolculukta birlikte yürüdüğümüz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Değişim kavramı doğu mitolojilerinde küllerinden yeniden doğan Zümrüdüanka kuşu, diğer bir ismiyle Simurg ile sembolize edilir (Facebook hesabı olan herkes Simurg’un otuz kuş anlamına geldiğini bilir, sürekli paylaşılan kıssalar mutlaka sizin de önünüze düşmüştür). Simurg 1700 yılda bir büyük bir ateş yakarak içine girer ve küllerinden bir başka Simurg doğar. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un modellediği Yas’ın Beş Aşaması, yaşarken yeniden doğan Anka kuşu misali, hayatta büyük değişime maruz kaldığımız her durum için de geçerli oluyor. Mitolojik bir kuş değilseniz değişim her birimiz için en hafif tabiriyle konforsuzdur. Bill Murray’nin başrolünde oynadığı Groundhog Day filmine de hem Kübler-Ross’un modeli hem de Budizm’deki Nirvana yolculuğu üzerinden bu bağlamda bakabildiğiniz bir örnek olarak yer verdiğim Değişimi Benimsemenin Yolları isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
“Groundhog Day filminde Bill Murray yerine Tom Cruise olsaydı film nasıl olurdu?” sorusunun cevabını arıyorsanız, sizi 2014 tarihli müthiş bilimkurgu filmi Edge of Tomorrow’u izlemeye davet ediyorum. 80’li yıllarda doğanların anime ile tanışıklığı ta ilkokul dönemini buluyor. TRT 1’de yayınlanan dev robot Voltron’dan minyatür robot dövüşçü Jumaru’ya, sonra Star 1’de boksör Genki’den kaptan Tsubasa’ya, nihayetinde de Dragon Ball’dan Pokemon’a kadar uzanan bir anime denizine kolluksuz atlamışız. Tabii aynı kuşağın lise ve üniversiteden itibaren ciddi animeleri izlemeye başlaması sürpriz olmadı. Herkesin favorileri olan Naruto, Full Metal Alchemist, Berserk, Death Note gibi dizileri ve My Neighbor Totoro, Prenses Mononoke, Akira, Ghost in the Shell gibi uzun metrajları bir kenara bırakarak, Japonya tarihine yönelik öğretici olacağını düşündüğüm 5 adet anime dizi ve filmi paylaştığım Japon Kültürünü Öğrenmek İçin 5 Adet Anime Önerisi isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Hayır, Yusuf Dikeç’in gençliği değil. Monster isimli bu animede, başkarakter Dr. Kenzo Tenma, masum bir çocuk olan Johan Liebert’i kurtardığı için etik açıdan doğru bir karar verdiğine inanır. Ancak yıllar sonra Johan’ın bir caniye dönüştüğünü fark ederken, haksız yere suçlandığı cinayetten aklanana kadar da kanundan kaçmalıdır. The Fugitive’deki Dr. Richard Kimble’ın hikâyesine de gönderme yapan 2004 tarihli diziyi Netflix’ten izleyebilirsiniz.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Neksus : Taş Devri'nden Yapay Zekaya Bilgi Ağlarının Kısa Tarihi
2000’lerde bilim ve teknoloji üzerine okumayı seven insanlarda Tüfek, Mikrop ve Çelik’in vurucu etkisi neyse, 2010’larda da Sapiens’in etkisi aynıydı. Tarihçi Yuval Noah Harari’nin türümüzün tarihçesini yazmak gibi büyük bir göreve soyunduğu; anekdotları, ritüelleri, inançları ve doğru bilinen yanlışları anlatmaktaki becerisi, özellikle de bakış açısı değiştirme konusunun adeta bir pazarlamacı ustalığıyla altından kalkması sonucu eseri hem bir çoksatar hem de bir modern klasik oldu. Sapiens sonrasında açıkçası fütürizmle ilgili görüşlerini çok da merak etmediğimden, kişisel olarak Homo Deus’u okumayı tercih etmedim. Ancak elimizdeki kitap, yani Neksus, bu defa insanlığın değil bilgi ağlarının tarihçesinden yola çıkarak bugüne ve yarına bakmaya çalışıyor. Yani hem geleceğe göz kırpma dürtüsüne gem vurmuyor hem de zor konuları geçmiş zamanlar ve örnekler arasında dolaştırıp iyice tatlandırma, bayağı bayağı ballı şekerli yenilir yutulur yapma konusunda ustalık sergiliyor. Peki Harari ne anlatmak istiyor?

Bilgi üretme ve bu bilginin kaydedilmesi, paylaşılması alışkanlıklarında, geçmişten bugüne gelen türlü yöntemler arasında teknoloji farkları dışında majör bir değişiklik olmadığını göstermeye çalışıyor. Konuyu yine insandan uzağa koymuyor. Özellikle ulusların idarecileri ve dinlerin havarileri bağlamında, bilgi kaynağına en yakın olanların her zaman ağı kontrol etmeye çalıştığını, birey ve zümre arasındaki asıl çatışmanın burada olageldiğini ve artarak çoğalacağını anlatıyor. Bilgiyi en değerli doğal kaynaklarla eşdeğer tutuyor ve paylaştığımız bilginin bunu işleyip satanlar tarafından nasıl kompanse edilmesi, nasıl vergilendirilmesi gerektiğiyle ile ilgili önemli öneriler yapıyor. Kitabı yapay zekâ konusunda muhafazakâr bulanlar olacaktır. Bence değil. Objektif olduğunu söyleyebilirim. Harari, yapay sinir ağlarının babası sayılan Geoffrey Hinton gibi bilim insanlarının anlattığı riskleri anlayabiliyor ve verdiği örneklerle gözümüzün önünde görselleştirebiliyor. Bence ne erken ne de geç, tam çağının kitabı. Öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Darren Aronofsky, 2000 yılında henüz 31 yaşındayken çektiği Requiem for a Dream filmiyle başyapıtını vermiş, bu anlamda aşması gereken eşik çok yüksekte olan bir yönetmen. Şanslıyız, çünkü bu eşiği her seferinde zorluyor. Aronofsky, insan zihninin derinliklerine yolculuk etmekten kaçmayan, çöküş yaşarken etrafımızdakileri de sürüklemeye teşne, bencil yapımızı, hem de toplumların düşeni tekmesiz bırakmayan kurt kanunlarını cesurca ortaya koyan bir yönetmen. Karakterleri mutlaka zor durumların eşiğinde kalan kendine has şahsiyetler. 1998 tarihli Pi filminde evrenin şifresini çözmeye çalışırken aklını yitiren matematikçiden, 2006 tarihli The Fountain filminde zamanlar arası bir yolculukla eşini kurtarmak için hayat ağacının meyvelerinin peşine düşen bilim insanına, 2008 tarihli The Wrestler’da Mickey Rourke’un hayatını düzene sokmaya çalışan emekli güreşçisinden, 2010 tarihli Black Swan’da Natalie Portman’ın canlandırdığı, mükemmeliyetçi yanını tatmin etmek için adeta içinden bir başka ben yaratan balerine kadar tüm karakterleri benzer tematik serüvenlere sokuyor. Christopher Nolan’ın ambargo koyduğu zaman manipülasyonuna dayalı anlatı yapılarında çaktırmadan zirveye ortak olduğunu, makyaj ve görsel efektlerden de her fırsatta yararlandığını belirterek Darren Aronofsky güzellemesini kapatalım ve filmimize dönelim.

Filmin ismi Herman Melville’in ünlü romanı Moby Dick’te, Kaptan Ahab’ın avlamak için kafayı taktığı ve bu uğurda hayatını harcadığı beyaz balina Moby Dick’ten geliyor. Başkarakter Charlie, online bir üniversite için edebiyat dersi veren, morbid obeziteye bağlı kalp ve solunum rahatsızlıklarının son evresinde, uzun yıllardır uzak kaldığı kızıyla tekrar iletişim kurmaya çalışan biri. Onu kontrole gelen tek dostu Liz dışında kimseye görünmüyor. Eve yemek getiren kuryeler bile yüzünü bilmiyor, verdiği dersler için kamerasının bozuk olduğunu söylüyor ve görüntüsünü gizliyor. Film boyunca Charlie’yi izlemediğimiz uyuduğu çok kısa bir sekans dışında neredeyse bir an bile yok. Bu bakımdan Fraser’ın hakkedilmiş Oscar ödüllü performansı yönetmenin hem şansı hem de ortak başarısı. Özellikle karakterin sık örülmüş içsel perdelerini zaman zaman gevşettiği ve itiraf etmeye çekindiği gerçekleri haykırdığı bölümler bizim de yüreğimizi dağlıyor. Baştan söylemek gerek, film gözyaşlarınızı talep ediyor, sonunda da taş değilseniz tahsil ediyor. Tek mekânda, çok az aksiyonla geçen film, asla sıkmıyor ve sonunu da merak ettiriyor. Din konusunu da metaforlarından biri yaptığını belirtmeliyim. Son tahlilde Aronofsky yine bir insan öyküsü üzerinden gidilemeyen yerlere gitmiş. Persepolis çizgi romanı ve sonradan filmi ile meşhur olan Marjane Satrapi’nin daha az bilinen bir başka çizgi romanı olan Azrail’i Beklerken bana daha önce bu havayı vermişti, etkilendiğini düşünüyorum. The Whale, an itibariyle Prime Video üzerinden izlenebiliyor, öneririm.
Not: Madde bağımlılığı üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olan Requiem for a Dream soundtrack’inden Clint Mansell tarafından bestelenen unutulmaz Lux Aeterna’nın güzel bir oda orkestrası yorumunu aşağıda paylaşıyorum.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alana yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Yazıların daha çok kişiyle buluşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋