Kendimce Düşünceler - 16: Sosyal Kredilendirme Sistemi
Nöroliderlik: SCARF modeliyle iletişim ipuçları 🧣 Grafik romanlar kitap tadı verir mi? 🦸 Oku: Zamanı Durdurmanın Yolları 📚 İzle: On Body and Soul 🎬
Başlarken
Uzun bir işinizi yeni bitirdiğinizi düşünün. Diyelim ki hastanede saatler harcadınız veya alışveriş yapmaktan ayaklarınıza kara sular indi. Çok acıktınız, etrafta tanıdığınız bir restoran yok. Tanımadığınız, dışarıdan pek de bir şeye benzemeyen bir restorandan şef garsonu ya da sahibi olduğunu tahmin ettiğiniz, düzgün, temiz giyimli biri çıktı. Sizi ürkütür biçimde değil de, samimi olduğunu düşündüğünüz bir ses tonuyla konuştu ve dedi ki: “Bugün güzel yemeklerimiz var, denemek ister misiniz? Buyurun!”. Şimdi bu durumda tepkiniz ne olur? Ben çevremde gördüğümü söyleyeyim mi? Birçoğumuzun eli telefona gidiyor, hemen bir sosyal medya uygulamasında mekânı araştırıyoruz ve düşük puanlıysa asla tercih etmiyoruz. Önümüzdeki restorana girmek yerine, dakikalarca yol yürüyüp veya park yeri arayıp, yüksek puanına inandığımız başka bir yeri tercih ediyoruz. İşin sonunda bu bir tür eliminasyon sistemine dönüşüyor ve çok puanlanan mekanlar, özellikle de ilk puanlamalar yüksekse, belirli bir standardın altına hiç düşmezken, kalan mekanlar iş yapamaz hale geliyor. Oysa bir zamanlar, en yakındaki restorana, markete, kırtasiyeye veya konfeksiyon mağazasına güveniyorduk. Kalite yüksek miydi? Bazen. Bununla beraber “komşularım nasıl olsa benden alışveriş yapacak” mantığıyla fiyatlarını anormal arttırdıklarına da pek şahit olmadım. En enflasyonist politika dönemlerinde bile. Şu an yüksek puanlı bir mekânın popülerleşmeye başlayınca aldığı ilk aksiyon, fiyat ayarlaması yapmak oluyor. Peki yüksek puanlı diye gittiğiniz bir yerin sizi tatmin etmemesinin hayal kırıklığı büyük olmuyor mu? Herkesin beğendiği (belli ki, yoksa niye yüksek puan versinler diye düşünüyorsunuz) bir yeri beğenmemenin belli belirsiz endişesi hepimizde olmuyor mu? Acaba beğenilerimiz dolayısıyla dışlanma korkusu, bizi olmadığımız birine dönüştürüyor olabilir mi? İkinci bir peki, yazının başından beri restoran üzerinden verdiğim örneğin insanlara uygulandığını düşünün. Herkesin birbirini puanladığını ve düşük puanlılarla kimsenin görüşmediğini, kimsenin iş yapmadığını, puanınız belli bir düzeyin altındaysa birçok şeye hakkınızın olmadığını. Bilim kurgulara yakışır bu senaryonun henüz çok basit olan bir hali, sosyal kredilendirme sistemi adı altında Uzak Doğu ülkelerinden Çin ile kısmen de Güney Kore ve Japonya’da uygulanmaya başladı. Herkesin bir puanı var ve belirli davranışlarınızın tespiti bu puanı olumlu/olumsuz yönlerde etkiliyor. Ülkelere yayılmış yüz milyonlarca güvenlik kamerasından da tabii ki faydalanılarak. Black Mirror dizisinin üçüncü sezon ilk bölümü Nosedive tam da bu konuyu anlatıyordu. Hatırlamak isteyenler için kısa bir tanıtımını aşağıda paylaşıyorum.
Yapay zekânın devreye girmesinin toplumlara yadsınamaz etkileri olacağı çok açık. Bu sürecin müşterisinden çok ürünü pozisyonunda olan bizler için (bedava veya neredeyse bedava kullanıyoruz, ne zannediyorduk ki?) bence yapılacak olan, dünya medeniyetlerinin çocuğu sayılabilecek bu yeni zeki türü sorumlu bir şekilde yetiştirmek ve yakasının rengi fark etmeksizin süreçten etkilenen tüm işçilerin birbiriyle mücadele etmek yerine birbirine kenetlenmesini sağlamak.
Bilgi ve paylaşım şiarıyla yayınladığım Kendimce Düşünceler bültenine artan bir ilgiyle iltifat eden sizlere tekrar teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Tarihçesi çok eskiye dayanan nörobilim kavramını, yirmi birinci yüzyıl kişisel gelişim kitapları “Amigdala vs Neokorteks” gibi bir tür beyinler arası boks müsabakasına çevirmişken, insan davranışlarını anlayabilmek ve daha etkin iletişim kurabilmek için, Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme’sinde önerdiği ikili sistem ve Ariely’nin Akıldışı Ama Öngörülebilir’indeki irrasyonellik alıştırmaları gibi daha sofistike bir bakış açısına ihtiyacımız var. İnsanların sosyal etkileşimde ihtiyaç duyduğu beş temel motivasyon (statü, netlik, özerklik, bağlılık ve adalet) olduğunu ifade eden David Rock’ın nöroliderlik yaklaşımı ile önerdiği SCARF modelini de anlattığım Nöroliderlik ve SCARF Modeli isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
30 Ekim 1974’te Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin (o dönemki ismiyle Zaire) başkenti Kinşasa’da, tüm zamanların en büyük boksörü Muhammed Ali ile o tarihe kadar hiç yenilmemiş ağır siklet boks şampiyonu olan George Foreman arasında “The Rumble in the Jungle” adıyla bilinen unutulmaz bir müsabaka gerçekleşti. Kilo ve güç avantajı açısından büyük ekseriyetle favori görülen Foreman’a karşı, iplere yaslanarak yumruklardan kaçınma taktiğini kullanarak rakibini yoran ve sonunda nakavt eden çabuk ayaklı Ali, sizce amigdalasından mı yoksa neokorteksinden mi güç alıyordu? Ben çocukken Doğan Kardeş, Milliyet Kardeş, Bando gibi kaliteli çocuk dergileri vardı. Ailemin aylık olarak temin ettiği bu dergiler henüz ilkokuldayken okuma ve öğrenme alışkanlığı kazandırdığı gibi, bende bir de karikatür ve çizgi roman ilgisi yaratmıştı. Çizgi roman bildiğiniz gibi edebiyattan da resimden de besleniyor, bu anlamda bir sanat dalı olarak da görülebilir. Klasik dönemden itibaren sanatlar 1’den 5’e kadar şöyle sıralanır: Mimari, Heykel, Resim, Müzik ve Dans. Edebiyat, daha da özelde Roman, altıncı sanat olarak eklendiğinde müthiş bir yenilikti, zaten ismi bu yüzden yeni anlamına gelen Novel’dır. İtalyan film teorisyeni Ricciotto Canudo’nun önerisiyle Sinema yedinci sanat olarak adlandırıldıktan sonra, biraz tartışmalı olmakla beraber Televizyon ve Fotoğraf sekizinci, Çizgi Roman ise dokuzuncu sanat olarak bazı kaynaklarda yer almaya başladı. Pulitzer ödüllü karikatürist Art Spiegelman’ın “kitap ayracına ihtiyaç duyacağınız bir tür çizgi roman” olarak adlandırdığı daha edebi bir tekniği olan grafik roman janrındaki ciddi eserlere yer verdiğim 5 Ciddi Grafik Roman isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Neil Gaiman’ın başyapıtı The Sandman, hepsi birer kavramın temsili olan yedi ebedi kardeşten (İngilizce orijinalinde hepsi D harfiyle başlayan, Destiny - Kader, Death - Ölüm, Dream - Düş, Destruction - Yıkım, Desire - İhtiras, Despair - Umutsuzluk ve Delirium - Hezeyan, bir zamanlar Delight - Haz olan), Düş’ü başkarakter olarak ele alan on bir ciltlik bir tragedya. Gaiman’ın bizzat süpervize ettiği harika ekran uyarlamasını (henüz ilk üç cilt için olsa da) Netflix’ten izleyebilirsiniz.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Geceyarısı Kütüphanesi ile keyifli tarzıyla tanıştığım, Rahatlama Kitabı’yla romancılığın dışında tatlı bir kişisel gelişim gönüllüsü olarak sevdiğim, İnsanlar kitabına ise bayıldığım İngiliz yazar Matt Haig’in 2017’de yayınlanan bu ortanca romanı, şimdi gelecekten dönüp bakınca bence Geceyarısı Kütüphanesi’ne bir hazırlık niteliğindeymiş. İki kitapta da yazar başkarakterini farklı yaşamlarda gezdiriyor. Artık genel geçer temaları sayılabilecek varoluşçuluk, yabancılaşma, toplum dışında kalma ve sadeliğe övgü bu kitapta da mevcut. Haig’i severek okumamın en büyük sebebi o kendine has mizah anlayışı. Bence en hüzünlü tondaki kitabı olmasına rağmen yine de inadına ümitvar, inadına insanlara güveniyor. Haig’in basit kelimelerle akılda kalıcı cümleler kurma becerisine hayranım. Zamanı Durdurmanın Yolları’nı belki eleştirebileceğim tek nokta, biraz acele bağlanan sonu. Yazarın ne kadar keyif alarak yazdığının bir kanıtı gibi, o kadar hoşlanmış ki vedalaşamadan sonunu getirmesi gerektiğini fark etmiş. Haig’in romanlarının da içinde bulunduğu janra artık spekülatif kurgu deniyor. Yani içinde gerçek öğelerin de olduğu, tuhaf kurgu, bilim kurgu ve fantezi türlerinin ortak meyvesi gibi düşünün. “Bir çocuğu büyütmek için bir köy gereklidir” diye aklımda kalmış meşhur bir Afrika atasözünü çağrıştırıyor. Böyle bir roman yazmak için Will Shakespeare da okumalısınız, Emily Dickinson da, Philip K. Dick de (kitapta gönderme yapıldığı için örnek verdiğim bu ustalar dışında bir sürü şey daha okumalısınız tabii, belki Cosmopolitan bile). Okuduklarından iyi beslenmiş, optimist, komik ve ilginç bir yazar Matt Haig. Her kitabını tavsiye ederim.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Büyük bir mezbahada direktör olarak çalışan Endre ve denetçi olarak işe başlayan Maria, her gece rüyalarında kendilerini birer geyik olarak düşler ve âşık olurlar. Ne kadar güzel bir synopsis değil mi? Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin 2017 tarihli filmi Beden ve Ruh Üzerine (orijinal ismiyle Teströl és lélekröl), uzun süredir izlemek istediğim bir yapımdı. Netflix ve MUBI’de sırayla kaçırdıktan sonra, en sonunda TV+’ta yakaladım ve çok zaman sonra bir filmi kısa bir aralıkla iki defa seyrettim, çünkü her sahnesi, her ayrıntısı öykünün çekirdeğine hizmet eden, çok katmanlı bir sanat eseriyle karşı karşıya olduğumuzu düşündüm. Film ilk cümlede verdiğim özetin çok ötesinde bir katmanlılığa sahip. Örneğin iki başkarakterin de fiziksel problemleri var. Endre’nin bir kolu felç, Maria ise otizm spektrumunda. Sosyal olarak Endre’nin uzun yıllar süren çok aktif bir çapkınlık dönemi geçirdiğini anlıyoruz ancak artık bu hayattan yorulmuş, son derece yalnız (sürekli olarak dışarıda tek başına yemek yerken izliyoruz). Maria ise sosyal olarak sıfır noktasında, kimseye fiziksel olarak temas edemediği gibi, yetişkin bir kadın olarak halen pedagoguna görünüyor ve başından geçen olayları ancak evindeki legoları birbirleriyle konuşturma oyunu oynayarak yorumlayabiliyor. Bu ikili, işletmede gerçekleşen bir hırsızlık olayını aydınlatmak üzere tüm çalışanlarla görüşen bir psikiyatristin rüyalarından söz açması üzerine ancak birbirilerinden haberdar olabiliyor. Bu şartlar altında aşk acaba nasıl mümkün olabilir?

Filmin aynı zamanda senaristi de olan Enyedi bence mekân kullanımı anlamında zekice bir iş yapıyor ve gün ışığından progresif biçimde faydalanıyor. Güneş ışığı Maria’nın sanki ruhunu aktive eder gibi bir etki yapıyor. Filmin başında mezbahanın karanlık köşelerinde, ışıksız ortamda izlemeye alıştığımız Maria, özellikle dışarıya çıktıkça bir çiçek gibi açmaya ve meyve vermeye başlıyor. Onun sınavı daha çok bedensel olgunlukla ilgili. Filmin başında uzun yıllardır mezbahada aşağıya inmediğinden dem vurulan Endre içinse tam tersi. Sözde vazgeçtiği ancak anlaşılan yalnızca bastırmış olduğu cinselliğini, şefkat ve sevgiye dönüştürmek, içine dönerek mahremini paylaşabilmek de onun sınavı. Filmin finaline doğru Maria şoke edici bir biçimde bence sembolik çocukluktan çıkıyor ve ergenliğe giriyor. Akla tabii filmin başında kesilen danayı getiriyor (Unutmadan, filmdeki hayvan kesim sahneleri gerçek, ancak çekim yapılan mezbahanın normalde yaptığı kesimler belgesel olarak alınmış, yani yalnızca filme özel bir kesim yapılmamış. Yine de kan konusunda hassas olanların izlememesini tavsiye ederim). Film boyunca et yerken, et hediye ederken, birilerine et teklif ederken gördüğümüz, ancak rüyalarında otçul bir geyik olarak yiyecek arayan Endre’yle birleştirince, aslında akla Yuhanna’daki “Kim benim etimi yer, kanımı içerse sonsuz yaşama sahiptir,” ifadesini getiriyor. Filmin isminin ne kadar doğru konulmuş olduğunu da hatırlatıyor. Altın Ayı ödülüne de sahip bu yapımı, metaforik anlatım sevenlere öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alana yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Yazıların daha çok kişiyle buluşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋