Kendimce Düşünceler - 18: Hakkını Ver
Atlas aslanları ve toplumcu sanat üzerine birkaç söz 🐾🎨 Tarih, kadınların kahramanlığını nasıl yazar? 💃📜 Oku: Ya Adalet Ya Sefalet 📚 İzle: What If…? 🎬
Başlarken
Yeni yıl geçti, Ocak doğumlular çoktan bir yaş daha aldı. Gelsin Sevgililer Günü, bayramlar ve türlü hediye alma fırsatları. Özel günleri severiz, çünkü almayı severiz. Hediye almayı da hediye vermenin hazzını almayı da. Çoğumuzun hayat mücadelesi hakkını almanın peşinden koşmaktır. Peki hakkını vermeyi sever miyiz? Sahi bir şeylerin hakkı nedir, nasıl verilir, nasıl veriyoruz? “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin,” diyor ya o kitapta, acaba içinde bulunduğumuz realitenin gereklerini yerine getiriyor muyuz? Büyük değişim dönemlerinin hakkını veriyor muyuz, yoksa fırtına koparken çiçek mi topluyoruz? Last Holiday isimli tatlı tatil filminde geçen bir sözü hatırlatayım:
Bir yemek kaşığı sızma zeytinyağında sonsuz hayatı arıyorlar. Oysa yaşamın sırrı tereyağındadır.
Albert Einstein’a atfedilen “bu üzücü çağda, ön yargıyı kırmak atomu parçalamaktan zor,” sözünü tersinden okursak, acaba metaforik olarak atomu parçalayacak enerjiye sahipken, bu enerjinin hakkını vermek yerine insanların ön yargılarından mı korkuyoruz?
Hak, hukuk, adalet. Kimi zaman bu kelimelerin de hakkı yeniyor gibi gelebilir. İşte böyle zamanlarda Mustafa Kemal Atatürk’ün henüz 1919’da söylediği şu sözünü hatırlayın:
Herhalde âlemde bir hak vardır. Ve hak kuvvetin üstündedir.
Hakkını verme yolculuğunda yanınızda olmasını istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Metro-Goldwyn-Mayer (MGM) stüdyoları tarafından çekilen filmlerin jeneriğinde kükreyen aslanı gördüğünüzde, başının etrafındaki altın rengi halkaya dikkatli bakın. Üzerinde “Ars Gratia Artis” yazısını göreceksiniz, yani Latince’den çevirirsek “Sanat Sanat İçindir”. Parnasizm olarak da geçen bu akımın modernleşme süreciyle doğrudan bağlantısı var ve Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan romantizm akımına tepki olarak doğmuş. Oysa Sanayi Devrimi beraberinde realizm akımını getirmiştir. Teknolojinin ilerlemesi pahasına ne zaman haksızlık ve adaletsizlik zuhur etse, sanatta da realizmin bir formu tekrar ortaya çıkar. Toplumcu sanatın gerekliliğini ve MGM’nin aslanı Leo’nun hikâyesini anlattığım Sanat Şu Anda Toplum İçindir isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Not: Bu konuyla doğrudan ilgili olmayan bir anekdot. MGM stüdyolarının en büyük hitlerinden biri sayılan The Wizard Of Oz filminin başında, jenerikteki aslanın son kükreyişiyle aynı anda Pink Floyd’un The Dark Side of the Moon albümünü çalmaya başlarsanız, albüm ile filmin mükemmel bir uyum içinde ilerlediğini göreceksiniz. Hazır Wicked filmi de Oscar adaylarından biriyken, grup üyelerinin yalanladığı bu fenomenin bir örneği için aşağıya The Dark Side Of Oz veya The Wizard of Pink Floyd ismiyle bilinen bu potpuriyi bırakıyorum.Kahraman kadınlarımızı anlatmak için sözü Nâzım Hikmet’e (dinlemek isterseniz Ruhi Su’ya) verelim (Kuvayi Milliye Destanı, Yedinci Bap, Kadınlarımız şiirinden):
…/ ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar oynuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru /…Türk kadınları, yüzlerce yıllık ataerkil esaretten sonra Atatürk’ün vizyonerliği sayesinde hür ve eşit yurttaş olabilmenin onuruyla, başarılarını ve sevinçlerini Atalarının aziz hatırasına ithaf etmekte serbesttir ve bunu şeref sayarlar. Bu vesileyle tüm dünyada savaş meydanlarında büyük cesaret ve zafer örnekleri sergileyen kadınlardan bahsettiğim Tarihten 5 Kadın Kahraman isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Kathryn Stockett’in aynı adlı romanından uyarlanan (senaryosunu da yazdığı) 2011 tarihli The Help filmi de bu sefer savaşın bir başka türünde, yani ırkçılığa karşı savaşta kahramanlık gösteren kadınları anlatıyor. 1960’ların Mississippi’sinde zengin beyaz ailelerin yanında çalışan siyahi hizmetçilerin sınıfsal dayanışması ve kadın olarak güçlerini ellerine alıp seslerini duyurması üzerine harika bir film.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Ya Adalet Ya Sefalet: Daha Yaşanır Bir Türkiye İçin 7 Mesele 7 Reçete
New York Üniversitesi’nde Uygulamalı Psikoloji bölümünde öğretim üyeliği yapmakta olan Prof. Selçuk Şirin’in daha önce Bir Türkiye Hayali ve Yetişin Çocuklar kitaplarını okumuştum. Yazar kimliğiyle son derece samimi bir dili var. Belli ki çok çalışkan biri, zira bu kitabında doğrudan alanı olmayan konularda verdiği referans bilgileri toplamak, alana aşina otoriteler için bile başlı başına zor. Şirin, ülkemizin sorunlarını Maslow’un İhtiyaçlar Piramidi modelinden hareketle yedi meselede topluyor ve benzeri kitaplardan farklı olarak, meselelere işaret etmekle kalmayıp nokta atış, dünyada uygulanıp başarı kazanmış çözüm önerilerini de sunuyor. İstihdam, Barınma, Sağlık, Eğitim, Çevre, Toplumsal Güven ve Yaşam Kalitesi konu başlıklarının hepsi dolu dolu, öğretici ve ufuk açıcı. Selçuk Hoca bu kitabında diğerlerinden farklı bir şey daha yapıyor. Sözü bu saydığı meselelerden mağdur olan vatandaşlara veriyor. Bir acıyı en iyi anlama yolu onu çekenden dinlemektir (Oksijen Gazetesi’nde Mine Şenocaklı’nın bir süredir yürüttüğü sokak röportajlarını da aynı anlamda değerli buluyorum). Uygun bedelle kalacak ev bulamayan işçiler, mesleklerini layıkıyla yapamayıp yurt dışına giden doktorlar, gelişigüzel inşa edilmiş ve kontrolsüz işletilen termik / hidroelektrik santral mağduru çiftçiler gibi toplumun sessiz çoğunluğundan pek çok kesimi bu kitapta ilk defa seslerini bulurken dinliyoruz. Şirin’in samimi çabasını, özellikle de her şeyimiz olan çocuklarımızı kitapla ve okul öncesi eğitimle tanıştırma konusundaki yoğun gayretini takdir ediyor ve kitabını sevgiyle öneriyorum.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Disney Plus’ın Marvel Sinematik Evreni’nde (MCU) geçen dizileri malumunuz. Wandavision’dan The Falcon and The Winter Soldier’a, She-Hulk’tan Hawkeye’a kadar çektikleri envaiçeşit dizi ile pandeminin başladığı 2020’den beri platformun izlenirliğini belirli bir düzeyde tutmayı başardılar. Bir türlü ısınamadığım bu dizi deryası içinde tek favorim olan “What If…?” isimli animasyon dizisinin üçüncü ve son sezonu geçtiğimiz ayın başı itibariyle yayınlandı. Dizinin konsepti, belirli bir temanın yavaş yavaş ilerlediği bir sezon boyunca, Marvel kahramanlarının film ve dizilerden farklı karakter, zaman ve kişiliklerde olduğu, belirli olayların erken gerçekleştiği, belirli olayların hiç yaşanmadığı veya engellenmiş hadiselerin vuku bulduğu; kısacası alternatif akışların anlatıldığı, ismi de çok doğru seçilmiş bir “Ya Böyle Olsaydı” senaryosu. En iyisi ilk sezonu olmakla beraber, sezonlar arasında da süren ana hikâyesini Watcher isimli karakterin ağzından anlatan ve son sezonuyla bağlanan diziyi, yekûn değerlendirmekten ziyade bölüm bölüm değerlendirmek daha doğru. Pek tabii ki en çok bilinen kahramanların alternatif maceralarını görmek her zaman daha eğlenceli oluyor. Bu bakımdan Dr. Strange, Loki, Black Widow gibi karakterlerin olduğu bölümlerin ilginizi çekeceği kesin. MCU özellikle Spider Man: No Way Home gibi filmlerle çoklu evren konusu üzerinden bambaşka bir boyut kazandığı için dizideki bazı olayların filmlere yansıdığını da görebiliyoruz. Mesela Steve Rogers yerine başka birisi süper-insan serumunu alsaydı ne olurdu sorusu üzerinden dizide Captain America rolünde gördüğümüz Yüzbaşı Carter’ı daha sonra Dr. Strange in the Multiverse of Madness filminde de aynı rolde izledik. Seslendirmeleri de oldukça başarılı olan dizide, en çok eğlendiğim bölümlerin ilk sezondan tüm karakterlerin zombiye dönüştüğü bölüm ile Ultron’un çoklu evreni yok etmeye çalıştığı bölümler olduğunu da bu arada belirtmiş olayım. Süper kahraman filmlerini sevmediğini açıkça ilan edip linç yiyen usta yönetmen Martin Scorsese dışında herkese öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta olarak gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alan yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Daha çok kişiye ulaşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋