Kendimce Düşünceler - 22: Soru Sorma Ritüeli
Kalıcılık, tazelenme ve Fransa'nın en uzun yüzyılı üzerine bir deneme. 🥐 Yavaşlamanın erdemleri nelerdir? 🐌 Oku: İktidar ve Teknoloji 📚 İzle: Karşılaşmalar 🎬
Başlarken
Gurdjieff, yarı otobiyografik sayılabilecek kitabı Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar’ın bir yerinde, lokasyonunu zor bulduğu bir bilgeye önemli bir soru sormadan önce, doğu ve batı toplumlarını karşılaştırarak, doğuda konuyu dönüp dolaştırmadan direkt sadede gelmeye kötü bakıldığını, hatta insanlardan cevap almayı zorlaştırdığını anlatır. Kalabalık bir bayram ziyaretinde herkesin sırayla birbirinin afiyet ve sağlığını sorguladığı o meşhur sahne bilinç altınızda mevcuttur herhalde. Eric Berne transaksiyonel analiz modeli içinde bunu ritüeller kavramıyla açıklıyor. Yani örneğin, komşumuzla evden çıkarken karşılaştığımızda aşağıdakinin varyasyonları şeklinde 6 adımlı bir ritüel uygularız:
A1: Merhaba. / B1: Merhaba, nasılsınız? / A2: Sağ olun, ya siz? / B2: Sağ olun. / A3: İyi günler. / B3: İyi günler.
Berne bunu ileri götürerek, iyi tanıdığımız biri, söz gelimi iş yerinden yakın bir arkadaşımız bir hafta işe gelmediğinde, bir sonraki görüşmemizde bu 6 adımı, birbirimizi görmediğimiz süre kadar tekrarlayarak arayı kapatacağımızı söyler. Yani raporluysak nasıl hasta olduk, nasıl iyileştik; izne çıktıysak nereye gittik, neler yaptık gibi. Birbirimize en fazla 6 adımlık bir transaksiyon borçlu olduğumuz birinden, bu sayıyı aşacak bir konuşma başlatma girişimi geldiğinde ise garipseriz ve uyum göstermekte zorlanırız, hatta bir an önce konuşmayı bitirmeye çalışırız. Bir örnek vereyim, A kişisini komşunuz, B kişisini kendiniz diye düşünün:
A1: Merhaba / B1: Merhaba, nasılsınız? / A2: Vallahi bu aralar çok kaygılıyım, gözüme uyku girmiyor.
Şimdi B kişisi olarak “A-a hayırdır, neden?” minvalinde bir cevap vererek konuşmayı ilerletmezseniz, en hafif tabiriyle ayıp olur diyebiliriz, doğru mudur? Konuyu hızla kapatmaya çalışırsanız şöyle bir şey olur yani:
A1: Merhaba / B1: Merhaba, nasılsınız? / A2: Vallahi bu aralar çok kaygılıyım, gözüme uyku girmiyor. / B2: Geçmiş olsun, doktora görünebilirsiniz, size uyku ilacı yazar. İyi günler.
Kuzey Avrupa halklarının soğuk olduğuna dair insanımızda bir ön yargı var biliyorsunuz. Ben bunun nedenini Stockholm’e seyahat ettiğimiz bir seferde tanımadığımız birine yol sorarken anladım. Yol sorduğumuz kişi kesinlikle kaba olmayan bir üslupla tarif verip, hiç durmadan dönüp arkasını gitmişti. Bizde yol soranla beraber oraya kadar gidenleri düşününce, sanırım insan sonuç almaktan çok değer görmek istiyor bazen. IKEA Etkisi denilen kavramla insanları sürece dahil etmenin bağlılığı arttırdığını ispatlayan İsveçlilerin, sosyal normlarında buna alışık olmaması ilginç.
İnsanlar bazen size bir şey söylerler, ancak asıl yüreklerinden geçen başka bir şeydir. Gerçekten iyi bir dinleyici, insanların söylemediğini de anlayabilen, yüreklerinden geçen sesi de duyabilendir. Bunun için güçlü sorular sormanız ve bir yerde samimiyetle kendi yüreğinizi de açmanız gerekir. Yürekleri birleştirme yolculuğunda sizi desteklemesini istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Parfümeride karşıma Victor Hugo markalı parfümler (reklam veya uydurma değildir, çeşitleri de Jean Valjean, Javert ve Thénardier) çıkınca, zihnimde kalıcılığın ne olduğu üzerine fikirler uçuştu. 2018’de Sabahattin Ali’nin aramızdan ayrılışının 70. yıldönümünde, yasal olarak telif haklarının korunma süresi geçince büyük küçük tüm yayınevlerinin Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf başta olmak üzere usta yazarın tüm eserlerini basma yarışına girmesini de bu konunun bir formu olarak görüyorum. Okudunuz, yazdınız, kitleleri peşinizden sürüklediniz, sevildiniz. Şimdi Instagram’da bir kahve yanı mısınız? Yoksa baharatlı bir koku mu? Hugo, kendi yaşamını Fransa’nın 1789 Devrimi sonrası cumhuriyet denemeleriyle, Bonaparte sülalesinin imparatorluk ilanları arasında çalkalanan, bol isyanlı, bol barikatlı bir döneminde geçirdi. Notre-Dame Katedrali’nin gölgesinde 15. yüzyıla hülya ile bakan bir romantikken nasıl oldu da Sefiller gibi didaktik bir sosyal gerçekçi eser yazabildi? Herhalde dünya görüşünü tazelemesi gerekti. Cam gibi önce esnedikten sonra sertleşmesi gerekti. Görsel ve işitsel hafızamız bizi zaman zaman yanıltsa da koku hafızamızın çok uzun ömürlü olduğunu söyler uzmanlar. Kitap kokusunu unutmamak dileğini de içimden geçirerek kaleme aldığım Victor Hugo Gibi Kalıcı Olmak isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve çizer Mustafa Mim Uykusuz’un 1946’da çıkarmaya başladığı haftalık mizah mecmuası Markopaşa’nın öyküsünü anlatan tiyatro oyunu Meçhul Paşa’yı da yeri gelmişken önereyim. Bülent Çolak (solda), Erdem Akakçe (ortada) ve Fatih Koyunoğlu’nun (sağda) yıllardır kapalı gişe oynadıkları eser, ustaları saygıyla anıp seyircileri kahkahalarla güldürürken bir yandan da mizaha tahammül edemeyen zümreleri yerin dibine sokuyor. Yapay zekâlar türlü türlü. Hepimizin ezberlediği ChatGPT ile mahallenin yeni kabadayısı DeepSeek dışındaki örneklerden, Anthropic firmasının Claude isimli yapay zekâsı, Sonnet 3.7 sürümüyle beraber, önceden öğretilmeden Pokemon Red isimli, vaktiyle Game Boy’lar için üretilmiş (bildiğiniz Pokemon toplayıp dövüştürme konseptindeki) oyunu oynayabiliyor. Twitch kanalından canlı yayın olarak izleyebiliyorsunuz. Tek problem, Claude’un oyunu yavaş yavaş, sindire sindire oynaması. Her hareketini uzun uzun açıklıyor, iki kare yukarı gittiğini anlatmak için paragraflarca dil döküyor. İlk defa gördüğü, yaptığı bir şeyi izlemenizi isteyen bir çocuk gibi. Doğan Cüceloğlu “Çocuklar ebeveynlerinin onlara şahitlik etmesini ister,” der. Varlıklarını bu sayede kanıtlamış oluyorlar. Yapay zekâyı da toplumun kolektif çocuğu gibi düşünüp, ona göre yetiştirmemiz gerekiyor. Bu yavaş oynama konusu teknoloji haber sitelerine de düşünce, haftanın beşlisini yavaşlama önerilerine ayırmaya karar verdim. Gerçekten de sürekli olarak ilgimizi isteyen, kalbimizi “durursak kötü bir şeyler olacak,” hissiyle dolduran, bizi birbirimizle yarıştırıp geride kalanı yalnızlığa mahkûm etmemizi zevkle seyreden günümüz dünyasına nanik yapıp, biraz yavaşlamak güzel olmaz mıydı? Tarih, felsefe ve sinemadan da ilham alan Hızlı Koşan Dünyada Yavaşlamayı Öneren 5 Öğe isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
2006 tarihli Pixar animasyonu Cars filminin en güzel sahnelerinden birinde, yarışı birinci tamamlayıp Piston Kupası ismindeki büyük ödülü almak üzereyken, rol modeli olan efsane araba Kral’ın kaza geçirip yarış dışı kaldığını gören Şimşek McQueen yavaşlar ve geri geri giderek yarışı kaybetme pahasına Kral’ı arkadan ittirmeye başlar. “Bence Kral son yarışını tamamlamalı,” der. Kral ona “Az önce Piston Kupası’nı kaybettin, farkında mısın?” diye sorduğunda ise daha önce bu kupayı üç defa kazanmış ancak sonra uzun yıllar yarışa küsmüş bir araba olan Doc Hudson’ın öğüdünü tekrarlar, “Kupa dediğin yalnızca boş bir bardaktır!”. Güzel bir yavaşlama mottosu.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
İktidar ve Teknoloji: Bin Yıllık Mücadele
Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Armağanı’nı paylaştığı Simon Johnson ile beraber (Nobel ödüllü ekibin diğer üyesi James Robinson’ı da Ulusların Düşüşü çalışmasından hatırlıyoruz, bu kitapta Teşekkürler bölümünde yer almış) kaleme aldığı İktidar ve Teknoloji, Türkçe ismiyle aslında orijinal adı olan Power and Progress, yani Güç ve İlerleme’nin bir tür varyasyonu. Esasında aynı yıl çıkan, Yannis Varoufakis’in Technofeudalism kitabıyla benzer tellere basıyor. Gücü elinde bulunduranların kitleleri ikna etmesinin her zaman daha kolay olduğundan dem vuran kitap, teknolojik ilerlemenin güçlü ve küçük zümreler tarafından, kitabın isminde de geçtiği üzere bin senedir nasıl da kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmaya çalışıldığını örnekler üzerinden anlatıyor. Önemli bir soru soruyor kitap. Kapitalizmin anlatısında yer alan, dünyadaki ekonomik büyüme ve teknolojik ilerlemenin işçilerin şartlarını iyileştireceği ve yeni iş fırsatları yaratacağı argümanı nasıl oldu da tersine döndü? Gerçekten de çağımızda teknoloji ve otomasyonun yükselişi ile iş güvencesinin azalması arasında bir korelasyon var. Kitap, bunun nasıl tersine çevrilebileceğine dair doneler veriyor. Süveyş Kanalı’nın açılışından, ilk buharlı trenlere, sosyal medyadan yapay zekâya kadar geniş bir spektrumu inceleyen kitaptan iki konu özellikle aklımda kaldı. İlki sosyal medyanın bedava olması dolayısıyla insanlara reklam göstermesinin yarattığı manipülasyonun kontrol edilemez düzeyde olduğu. Yani her ikisi de Big Tech sayılan Netflix’in video geliri Meta’dan fazla olmasına rağmen, bu gelirin %99’unu abonelik modelinden sağladığı için daha tehlikesiz diyor yazarlar. İnsanın aklına, “Acaba sosyal medya ücretli abonelik modeliyle çalışsaydı bu kadar yozlaştırıcı olur muydu?” sorusunu getiriyor. İkincisi de yapay zekâ ve robotik çözümlerinin doğrudan işçilerin yerini alması fikrinin işçi emeği açısından sıkıntısı. Acemoğlu ve Johnson, bunun adının köle emeği olduğunu, işçilere ödenecek ücretleri marjinal anlamda negatif yönde etkileyeceğini söylüyor, çünkü herkesin bildiği gibi “köle emeğiyle kimse yarışamaz”. Özellikle yapay zekâ devrimini yaşadığımız bu günleri anlamak için kesinlikle incelenmesi gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa dili de akıcı ve rahat okunuyor. Gönül rahatlığıyla öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Prens dizisini seyredenlerin bileceği üzre Giray Altınok, senaryolarındaki komik ve trajik öğeleri kuytu köşelerde buluşturup öpüştürme konusunda yetenekli bir yazar. Çok beğendiğim 2006 tarihli Marc Forster filmi Stranger Than Fiction’da da konu edildiği gibi, bütün kurgu metinler özünde ya bir komedidir ya da bir trajedi. Giray Altınok da nihayetinde komedi türünde eser veriyor. En çok tanındığı Güldür Güldür Show’da üstüne koyarak geliştirdiği bir de ekran personası var, yani oyunculuğu da kendine has. Bu ikisi birleşince popülarite ve başarı da beraberinde geliyor. Ölümlü Dünya 2 filminde de oynayan Altınok’un, filmin lansman döneminde Feyyaz Yiğit, Volkan Öge ve Sarp Apak ile birlikte katıldığı (adeta komik yapımların yarıştığı bir devler ligi olmuş) Crossover Talks yayını da son derece eğlenceliydi, hatırlamak / izlemek isteyenler için aşağıda paylaşıyorum.
Karşılaşmalar, Giray Altınok’un yönetmen tarafını da gördüğümüz 7 bölümlük, şimdilik bir mini dizi. Antoloji şeklinde, yani her bölümün ayrı bir konusu var. Ancak bazı oyuncuları bölümler arasında cameo yaparken de izliyoruz. Bu bakımdan biraz BluTV yapımı 7 Yüz’e benziyor. Mini öyküler Alacakaranlık Kuşağı’ndan fırlamış gibi, karakterler ahlaki tercihlerinin sonucuyla mutlaka karşılaşıyorlar. Benzetmem hafif bile kalmış olabilir, zira Karşılaşmalar bir komedi dizisinden alışık olmadığımız ölçüde karanlık mizah (İngilizlerin dark humour dediği türden) içeriyor. Hele Cem Gelinoğlu’nun oynadığı son bölümde trajedi tarafı ağır basıyor bile diyebilirim. Ancak yapım bu açıdan da benzersiz. Altınok çok iyi oyuncularla çalışıyor, belli ki nazı da geçiyor (ilk bölümde spor yazarı Mehmet Demirkol’u bile oynatmış). Daha önce yazdığı Var Bunlar dizisinin dünyasıyla doğrudan kesişen bir bölüm de çekmiş. Son tahlilde seyretmenizi öneririm. Bu tip özgün yapımların ilginç bir şekilde en çok şans bulduğu platform olan Exxen’den izleyebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta olarak gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alan yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Daha çok kişiye ulaşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Le Temps des Cathédrales’a bayılırım. Uzun zaman sonra dinleme fırsatı sağladığınız için teşekkürler. Öte yandan, Javiert’in Jean Valjean’i takip etmesi bana ibretlik gelmiştir. Bir insanı yanlış birsey yaptığı için etiketlemek kolaydır ama zor olan onun da o deneyim sonrasında dönüşebileceği kişiyi kabul etmek değil midir?
10 numara bir yazı daha