Kendimce Düşünceler - 27: İnsanlar İyidir
Sürdürülebilir bir dünya için azalt, tekrar kullan, geri dönüştür! ♻️ Buşido: Her nefeste o sessiz gemiye binme ihtimali. 🚢 Oku: Peri Gazozu 📚 İzle: Dune🎬
Başlarken
İnsanlar iyidir. Nasıl önerme? Eksik herhalde, değil mi? “Bazı insanlar iyidir,” veya “İnsanlar bazen iyilik yapar,” diye düzeltmeyi geçiriyoruz içimizden, doğru mudur? En karamsarlarımız da diyor ki, “İnsanoğlu çiğ süt emmiş” veya “Homo homini lupus / İnsan, insanın kurdudur”. Güven kapasitelerimiz farklı farklı. Kişilik testlerinde genellikle çapraz biçimlerde şöyle sorular sorulur: “Sizin görüşünüze (1) en yakın ve (5) en uzak olacak şekilde 1 ile 5 arasında puanlayın. İnsanlar genel olarak güvenilirdir: (1), (2), (3), (4), (5)”. Siz ne dersiniz? Tuzak olarak sormuyorum bu arada. Beyin formatını tiye alan Şahan Gökbakar videoları gibi, insanlar güvenilirdir diyorsanız siz de güvenilirsiniz, değilse dağdan atlayın gibi bir amacı da yok yani (Sakın dağdan atlamayın!). Böyle sorular genellikle sizin iyimserlik kapasitenizi ölçer. İyimserlik, bir şeylerin olabileceğine inanmak demektir. “Polyannacılık oynamak” derler ya alaycı bir biçimde, unutmamak gerekir ki 1913’te Eleanor Porter tarafından yazılan Polyanna kitabında da felç geçirip bir daha asla yürümez denilen başkarakter sonunda yürümeyi başarır. Yani polyannacılık çalışır. (Konudan bağımsız olarak bir benzer durumu da artistlik yapmak deyiminde görürüz, olmadığın bir biçimde görünmek, başka birinin davranışını taklit etmek demektir. Oysa bir şeyleri taklit ederek, olduğundan başka biçime sokarak öğreniriz. Sanat da zaten bir yerde doğanın taklidi değil midir? Bay bay parantez!). Dünyayı değiştirenler iyimserlerdir. Çünkü en azından denemeye cesaretleri vardır. 1901-1909 yılları arasında ABD başkanlığı görevini üstlenen, bu süreçte anti-tröst kanunları çıkararak Standard Oil şirketi başta olmak üzere birçok şirketin tekelleşmesini engelleme cesareti gösteren, kanlı 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’nın iki ülkenin de onurunu kırmayacak şekilde bitirilmesinde aktif diplomatik rol oynayan, bu gerekçeyle de 1906’da Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen ilk Amerikalı olan Theodore “Teddy” Roosevelt’in (1945’te hayatını kaybetmeseydi muhtemelen sonsuza kadar ülkenin başında kalacak olan demokrasi aşığı Franklin Roosevelt, namıdiğer FDR ile karıştırmayın) bu konuya çok uyan bir konuşması var. 1910’da Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı ve “The Men in the Arena / Arenadaki İnsan” olarak bilinen konuşmanın bence en etkili pasajı aşağıda:
Önemli olan eleştiren kişi değildir; güçlü birinin nasıl tökezlediğini ya da bir işi yapanın onu nasıl daha iyi yapabileceğini söyleyen kişi de değildir. Gerçek takdir, gerçekten arenada olan insana aittir. Yüzü tozla, terle ve kanla kirlenmiş olana; cesurca mücadele edene; hata yapana, defalarca başarısız olana; çünkü çaba varsa hata ve eksiklik de kaçınılmazdır. Ama o kişi gerçekten bir şeyler yapmak için uğraşandır; büyük coşkuları ve adanmışlıkları tanıyan, kendini değerli bir amaç uğruna harcayan kişidir. En iyi ihtimalle büyük bir başarının zaferini yaşar; en kötü ihtimalle ise, başarısız olsa bile en azından büyük bir cesaretle denemiştir. Bu yüzden onun yeri asla zaferi de yenilgiyi de bilmeyen soğuk ve ürkek ruhların yanı değildir.
Şimdi ben kendi tamlayıcı önermemi söyleyeyim. İnsanoğlu bilinçsizce iyidir ve tek başına yaşamak için büyütülmemiştir. Elinizde yumurta varsa omlet yaparsınız. Ne yapacaksanız mevcut ahali ile yapacaksınız, ithal edemezsiniz. Evet, belki siz de yakın çevrenizin ortalaması olabilirsiniz. Ama işte bazen iki gönül birleşince ikisinden de büyük bir şey ortaya çıkabiliyor. Mühim olan birbirine güvenmek ve cesaret aşılamak. Size bilgiyle cesaret versin istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazdıklarım
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazının ve beşli listenin tanıtımına yer veriyorum. Yazılara, her bir tanıtımın sonundaki bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
21. yüzyılda dünya insanlığı olarak geldiğimiz noktayı Eric Fromm, 1965’te yazdığı “An Application of Humanist Psychoanalysis to Marx’s Theory” isimli makalesinde (buradan ulaşabilirsiniz) homo consumens olarak isimlendirmiştir. Yani tüketen insan. “Bu insanın amacı bir şeylere sahip olmak değildir,” der Fromm.
“Homo consumens, sadece içindeki boşluğu, edilgenliği, yalnızlığı ve kaygıyı sürekli tüketerek telafi etmeye çalışır.”
Zihnime Bret Easton Ellis’in American Psycho kitabı düşüyor (Christian Bale’ın oynadığı film versiyonu da güzeldir). Kitapta başkarakter Pat Bateman’ın tüketim aşkı o derece artıyordu ki, sıra insanları tüketmeye geliyordu. Bu ekstrem metafora bakınca, işin içinde bir sorun olduğu bariz bir biçimde görünüyor. Fransız ekonomist ve düşünür Serge Latouche’un bundan 20 yıl kadar önce Le Monde gazetesinde yazdığı makalelerde (2004 tarihli olana buradan ulaşabilirsiniz) ortaya attığı “degrowth economics / küçülme ekonomisi” başlığı tekrar ziyaret edilmeyi hak ediyor. Sürdürülebilir bir dünya için, azaltmak, tekrar kullanmak ve geri dönüştürmek temel çevre kuralları olmalı. Yerelleşmek, israf etmemek, enerji konusunda sorumlu davranmak, tüketime arada bir mola vermek, bozulan bir şeyleri tamir etmek ve tekrar kullanmak bize iyi gelecektir. Bunlardan bahsettiğim Azalt ve Dünyayı Sev isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Alexander Payne’in 2017 tarihli filmi Downsizing gişede ve eleştirmenler nezdinde aradığını bulamasa da esasında önemli bir metafor içeriyordu. Filmde, insanları, geri dönüşü olmayacak biçimde 5 inç (yaklaşık 13 cm) boyutuna kadar küçültebilen teknolojiyi geliştiren, minik bir ütopya sayesinde yaklaşan çevre felaketini önlemeyi uman bilim insanları, küçülen hayatları ve küçülmeyen açgözlülükleri içinde insanların bir tür mikro-kapitalizm kurmayı başardığını görerek depresyona giriyorlar. Her gün binlerce insanın doğup binlerce insanın da göçüp gittiği dünyamız, bu sene, hele de baharla beraber gönüllerimize girmeyi başarmış, seveni çok olan bir sürü iyiyi de bizden alıp göğe taşıdı. “Yine mi modern hayat yergisi?” demeyin ama, işte günümüzde kaybettiğimiz fanilik hissi, bizden çok erdem, beraberinde de (Leonardo Da Vinci’ye gönderme yapmak gerekirse) onur götürdü. Zen Budizm’de yer alan geçicilik kavramını Japonlar mujō ismiyle anıyor. Yaşamla ölüm arasındaki çizgi bir nefes alış ve nefes verişten ibaret. Belki bu yüzden 18. yüzyılın başında kaleme aldığı Hagakure isimli eserinde (Türkçede Saklı Yapraklar ve Samurayın El Kitabı ismiyle iki ayrı basımı var) Yamamoto Tsunetomo, samurayların benimsediği buşido (savaşçının yolu) isimli ahlaki kodu şu cümleyle özetler:
Buşido, ölümü düşünmektir.
Her nefeste alışta bir hayat, her nefes verişte bir ölüm… Her an ölebileceğin için korkusuzca yaşamak da her babayiğidin harcı değil. Tabii “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!” deyişini de unutmayalım. Shakespeare de 66. sonesinin sonunda diyor ya (hemen altında Can Yücel’in yeniden söyleyişiyle):
Tired with all these, from these would be I gone,
Save that, to die, I leave my love alone.
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.Bu nefes kadar yakın ancak ağır kavramı en iyi yorumlayan eserlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi’sini şarkı halinde Hümeyra’dan biliriz. Aşağıda büyük sanatçı Fatih Erkoç’un yorumunu da bir dinleyin derim. Özellikle ikinci yarısında coşan, benzersiz bir deneyim yaşarsınız. Bu yıl yitirdiklerimizi andığım beşli liste O Sessiz Gemiye Binen 5 İyi İnsan isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Okuduklarım
Her bültende son okuduğum kitaplardan en beğendiğim için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da Jüri Büyük Ödülü alan Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izlediyseniz, cinayet soruşturması için katile yer gösterme yaptıran savcı, komiser ve doktorun bir gece konuk olduğu köyün muhtarı rolünde Ercan Kesal’ı hatırlarsınız. Köy mezarlığının tamir edilmesi gibi normal ve köye Almanya’dan ölmüşlerine veda etmeye gelecekler için morg inşa edilmesi gibi normalüstü projeleri olan muhtara beyazperdede can verirken, filmin hikâyesini oluşturmanın ve Nuri Bilge - Ebru Ceylan çiftine senarist olarak eşlik etmenin rahatlığı her halinden belli oluyor. Çünkü 12 Eylül’den sonra Ege Üniversitesi’nde tıp eğitimi alan Kesal, zorunlu hizmetini yaptığı dönem işte tam da böyle tablolarla karşılaşıyor. Taşra hekimi olarak her anlamda uzmanlığı da insanlığı da zorlanıyor, otopsi yapıyor, savcılarla dolaşıyor, kasabalı ilginçlikleriyle uğraşıyor. O bakımdan Peri Gazozu bana Ceylan’ın filminden tanıdık geldi. Hem kitabın akışı hem de Kesal’ın dili çok iyi, çok olgun. Mini öykücükler, çocukluğa dair güzel anılar ile zor bir geçmişin karışımını güzelce resmederken, yer yer de Parkinson hastalığının sonundaki babasına gidip gelen bir bilinç akışına evriliyor. Her bölüm tekrarlayan bir tema üzerinden ilerliyor. Formül olarak basit sayılabilecek bir nesne, söz gelimi bir battaniye, Ercan Kesal’ın elinde bir zaman yolculuğuna çıkıyor ve insanın içine işliyor. Hele Cengiz Aytmatov’un Cemile’sine gönderme yaptığı bölüm hem güldürdü hem de hüzünlendirdi. Anadolu’yu da İstanbul’u da tanıyan, devrimcilikten de patronluktan da anlayan bir hekim-aydın Ercan Kesal. Kitabı ısrarla öneririm.
İzlediklerim
Her bültende son izlediğim film veya dizilerden en beğendiğim için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Dune: Part One & Dune: Part Two
Frank Herbert’ın klasiği Dune, tüm zamanların en çok satan bilimkurgusu olmasının yanı sıra, din, politika, ticaret, antropoloji, filoloji, biyoloji ve özellikle de ekolojiyi bir arada harmanlayan önemli bir “dünyalar yaratımı” içeriyor. Bu anlamda ihtiva ettiği pseudo-bilimsel öğelerle epik fantezinin sınırlarına da girer. O kadar ki, sonu gelmiş bir soydan gelen ve egzotik halklardan bir ordu kurarak imparatorun karşısına dikilen savaşçı peygamber Paul “Muad’Dib” Atreides’in ve Dune öyküsünün esintilerini, yoğun olarak George R. R. Martin’in Game of Thrones’unda, soyu kırılmış hanedanın varisi Daenerys “Khaleesi” Targaryen’in çöllerden topladığı ordusunda görebiliriz. Roman daha önce 1984 senesinde David Lynch tarafından stilize bir biçimde sinemaya aktarılmış, 2000 yılında ise dört bölümlük vasat bir mini diziyle tekrar uyarlanmıştı. Şu ana kadar enteresan şekilde nispeten başarılı uyarlamaları yalnızca video oyunları dünyasına yapılan kitabın, nihayet çağımızın en yetenekli yönetmenlerinden biri olan Denis Villeneuve’ün elinde hakkını bulduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle Dune: Part One’ı bilerek Dune: Part Two ile peş peşe izlediğimi belirtmeliyim. Zira asıl olay, tıpkı Star Wars ve The Lord of the Rings serileri gibi hep ikinci filmlerde kopar. Burada da bir istisna olmuyor. Villeneuve ilk filmi uzun bir hazırlık dönemi gibi değerlendiriyor ve karakterleri genişçe tanıtıyor. Aksiyon düzeyi düşük olsa da entrika tarzını sevenler için eğlenceli diyebilirim. Özellikle romanın hayranları için birçok detayı vermeye çalışması, tabiri caizse hiçbir masraftan kaçmaması son derece saygı duyulası. Villeneuve bilimkurgu türüne 2016’da çektiği Arrival filminden zaten aşina. Dolayısıyla türün doğasında yer alan görsel efektlerin yerli yerinde kullanımı konusunda çok iyi. İkinci film bu dalda bir de Oscar heykelciği kazandı. Herkesin merak ettiği Arrakis gezegenindeki solucanların tasarımına özellikle şapka çıkarmak lazım. Her şeyiyle dev hissini veriyor. Farklı fraksiyonların mücadelesine, özellikle de Bene Gesserit topluluğuna yer veriş şekli yeterli (bu konuyu daha da açmak için bir de Dune: Prophecy isimli dizi çekildi). Belki Muad’Dib’in yükselişi biraz hızlı geçilmiş olabilir, bir başka kurguda buraya daha çok yer verilebilir. Filmin büyük başarısı üzerine Dune: Messiah isimli serinin son halkasının da çekimleri onaylanmış, hevesle bekliyoruz. Bu güzel uzay epiğini iki filmiyle birden BluTV’den izleyebilirsiniz.

Kendimce Düşünceler bültenini her hafta Pazar sabahları yayınlıyorum. Sadık bir dost gibi, söz verdiği saatte e-postalarınızda olsun istiyorum. Abone olmak ücretsiz. Hadi abone olun.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Son olarak, okumayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmayı seviyorsanız, lütfen aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşın.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Yine dopdolu bir bülten olmuş. En kısa zamanda downsizing filmini de izleyeceğiz.