Kendimce Düşünceler - 29: Kimse İzlemiyorken Doğruyu Yap
Zamanın döngüselliği ve sinemada kesintisizlik üzerine bir deneme. 🕰️ Klasik müzik neden basmakalıp değildir? 🎵 Oku: "Engereğin Gözü" 📚 İzle: "Black Mirror"🎬
Başlarken
Bir başkası bir kuralı çiğnerse, sizin de aynı kuralı çiğneme hakkınız olur mu?
Bitmeyen doğu-batı çekişmesinde, batının gündelik hayata en çok değen argümanı bildiğiniz gibi otomobil sürücülerinin yoldan geçen yayayı tespit ettikleri anda frene basması. Tabii yayaların da yerli yersiz yola atlamaması. Kendi iç dinamiğinde neredeyse mükemmel işleyen bu kuraltanırlığı, dışarıdan gelen bir etmen kolayca değiştirebiliyor. Boş yolda ışığın yeşile dönmesini bekleyen yayaların arasından sıyırılıp trafik lambasına inat karşıya geçtiğinizde, diğer insanların da ateşböcekleri gibi peşinizden geldiğini göreceksiniz. Herkes kuralı çiğnemeye hazır mı? Yoksa yaptıkları sadece lideri takip etmek miydi? Sanırım neyi ne kadar rasyonalize edebildiğinizle alakalı. Lideri takip etme geleneği güçlü bir kolektif monarşik hafızadan ileri gelen, bırakması zor bir alışkanlık. Nüremberg duruşmalarında yargılananların da savunması “Befehl ist Befehl / Emir, emirdir!” değil miydi? Bir başkasının bir kuralı çiğnemesinden cesaret almak veya bir başkasından bir kuralı çiğnemeye yönelik telkin almak sizi daha az sorumlu yapar mı? Kendi vicdanınızın sesini kısar mı?

Japonya bu konuda ilginç bir örnek, çünkü 55 yıldır yönetim ofislerinin rengi değişmediği halde toplumsal olarak yozlaşmamayı başarmışlar (bireysel yozlaşma apayrı bir konu). Ülkeyi bilenler bunun liderden emir beklemeyen toplum yapısından kaynaklandığını söylüyor, pandemi dönemi herkesin kendinden organize bir biçimde maske takmaya başlaması veya doğal afet anlarında sessizce koordine olmaları gibi. Fotoğrafın altındaki sorunun cevabını yıllar önce veren UCLA basketbol takımının unutulmaz koçu John Wooden’ın sözüyle bitireyim.
Karakter, kimse izlemiyorken yaptığınız şeydir.
Liderden çok ilkeye bağlanma, vicdanlı olma ve sessizliğin içinde onurlu bir düzen kurabilme yolculuğunda sizlere destek olmasını istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazdıklarım
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazının ve beşli listenin tanıtımına yer veriyorum. Yazılara, her bir tanıtımın sonundaki bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Antik Yunanca’da zamanı ifade eden iki sözcük vardır. İlkini aslında hepimiz istemsizce biliyoruz. Khronos, sıklıkla Zeus’un babası titan Cronus ile özdeşleştirilerek bildiğimiz anlamda doğrusal zamanı temsil eder. Kronometre kelimesi üzerinden günlük hayatta kullanıyoruz. Cronus, elinde babası Uranus’u iğdiş ettiği orağıyla resmedilir. Avrupa mitolojilerine Zaman Baba olarak devşirilmiş bu karakterin, elinde orağıyla bir anlamda gençliği budaması da bu inanışa dayanıyor. Doğrusal zaman, yorucu, yıpratıcı, ölümle ilişkilendirilmiş ve safi nicelik peşinde olarak anlaşılır. Bir de az bilinen, şimdi unutulan ikinci bir sözcük var. O da Kairos. Kairos, kelime anlamı olarak, belirli bir karar ve davranışın harekete geçirilmesi için en uygun, en kritik anı ifade eder. Buna göre o an gelip geçici değildir, hep vardır. Ölmez, yaşlanmaz, o anın yalnızca niteliği önemlidir. Bu kesintisizliğiyle bir tür döngüselliği çağrıştırır. Kadim hikâye anlatıcıları döngüsel zamana uygun biçimde, giriş-gelişme-sonucu olmayan, dinleyicisinin herhangi bir noktasından dahil olabildiği ve herhangi bir noktasında çıkıp gidebildiği bir karnaval gibi anlatırlar öykülerini. Yani öykü hep oradadır, gelip geçici olan insanlardır. Bu kadim hikâye anlatıcılarından biri olan Homeros, İlyada’sında şöyle der:
Yapraklar gibidir insan soyu.
Bir yandan rüzgâr bakarsın onları döker yere,
Bir yandan bakarsın bahar gelir,
Yenilerini yetiştirir, yeşertir orman.
Bütün hikâyelerin temelinde bir yolculuk vardır. J. R. R. Tolkien’in erken dönem masalı Hobbit’in tam adı olan “There and Back Again / Oradaydım ve Şimdi Buradayım” işte bunun için nokta atış bir başlıktır. Sinemada bu döngüsel zamanı en iyi ifade ettiğini düşündüğüm anlatı biçimi, filmi kesme olmadan tek plan çekmektir. Tek plan çekilen yapımlar bizi tıpkı o hikâye anlatıcılar gibi, biz bakmasak da var olmaya devam eden Schrödinger’in karnavalının içinde gezdirir. Bu yapımlardan örneklere de yer verdiğim Tek Planda Yürüyen Hayat isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Adolescence dizisiyle ekranlarda arzıendam eden Stephen Graham’ın başrol oynadığı 2021 tarihli Boiling Point, lüks bir restoranın her yönden baskı altındaki şefinin bir gecesini, konuya yakışır biçimde tek planda başarıyla anlatıyordu. Filmin birebir uyarlaması 2025 tarihli Umami’de başrolde Burak Deniz’i izliyoruz. Klişe, basmakalıp demektir. Kelimenin tam anlamıyla, baskıda kullanılan üzeri kabartmalı veya şekilli metal levha. Yani ne kadar basarsanız basın aynı sonucu veriyor. Kâğıt üstünde bakarsanız klasik kelimesi de, alışılmış, kökleşmiş, kuralcı anlamında geliyor. Yani bir farkları yok gibi görünüyor. Oysa bir klasik müzik eserini her dinleyişinizde size başka çağrışımlar yapıyor, başka tellerinize dokunuyor, zihninizi başka diyarlara bir yolculuğa çıkarıyor. Bu kadar yoğun olmasına rağmen yormuyor, tam tersi enerji ve konsantrasyon veriyor. Rahmetli Özkan Uğur’un fındık reklamı gibi “Cildi gençleştirir…” diye övmeye başlamaktan imtina etsem de, örneğin yazılım geliştirirken klasik müzik dinlemenin faydalı olduğunu birinci elden belirtebilirim. Bu haftanın beşli listesinde, şimdi çalınsa hemen mırıldanarak eşlik edebileceğiniz ancak ismi pek bilinmeyen, benim de severek dinlediğim klasik müzik eserlerine yer vermek istedim. En, en, en meşhur bestecileri bu listenin dışında bıraktım. Bu listede Guardians of the Galaxy’nin hepsi farklı gezegenden olan üyeleri gibi farklı milletlerden seçtiğim Handel, Pachelbel, Satie, Barber ve Boccherini’yi bulacaksınız. Parçalarla ilgili anekdotlara da yer verdiğim Duyduğunuz Ancak İsmini Bilmediğiniz 5 Klasik Müzik Eseri isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Not: Aşağıda çok sevdiğim bir klasik müzik eseri olan, Rus Beşleri’nden Nikolai Rimsky-Korsakov’un Şehrazat’ının ikinci bölümünü paylaşıyorum. 1888 tarihli parça, Binbir Gece Masalları’ndan kılık değiştirmiş Kalender Prens’in masalını anlatıyor.
Okuduklarım
Her bültende son okuduğum kitaplardan en beğendiğim için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Zülfü Livaneli'nin sürükleyici kitaplarını senede birkaç tane olmak üzere okurken, kronolojik sırayla gitmiyorsanız ilk aklınıza gelecek eser değil Engereğin Gözü. Ben de kitabı bilmeme rağmen, birkaç hafta önce Der Spiegel dergisinin, dünyanın en iyi yüz romanı listesinde yer vermesi sonucu merak ettim. Orijinal ismi Engereğin Gözündeki Kamaşma olan kitabı, yayınevinin de uyarısıyla daha akılda kalır bir isme dönüştürmüş yazar. Sonundaki söyleşide "Kitaplarımı ölünceye kadar dilediğim gibi değiştirme hakkını saklı tutuyorum," diyor. Yeniden yazma, kendini ve eserini yeniden tanımlama, değişime inanma ülküsünü hiç yitirmeyen bir yazarın oldukça cesur bir açıklaması olarak kabul ediyorum. "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" kitabını da bu şekilde son haline getirmesi 30 yılını almış. Kaldı ki, bir kurmaca eser yayınlandıktan sonra biraz da sizin olmaktan çıkıyor. Artık o, okuyucunun zihninde bambaşka bir biçimde tınlayan, zaten yazdığınız formundan çoktan dönüşmüş bir tekil nesne. Bunu değiştirmek, bazen okuyucunun bir kutsalına laf etmeye eşdeğer. Bu şartlarda değişikliğin en azından kitabın ismiyle sınırlı kalmasını sakinleştirici buldum.

Kitaba gelirsek, özellikle ikinci yarısında artan temposuyla sonunu merak ettiriyor. Ancak bu bir olay örgüsü kitabı değil. Bir çeşit edebiyat geleneğine saygı duruşu. Zaten Livaneli, yapıtını tarihi kitap olarak sınıflandırmak istemiyor. Usta okumuş mudur bilmem ama, kendisinden birkaç yıl önce yayınlanan Puslu Kıtalar Atlası'nda İhsan Oktay Anar'ın ortaya koyduğu üst düzey postmodernist anlatıyı da andırıyor. Yani onu seven bu kitabı da sever. İngilizce çevirisinin adı olan "Eunuch of Konstantinople" yani "Kostantiniyye Hadımı"na göre çok daha anlamlı bir ismi olduğunu da belirtmeliyim. "Çeviride kaybolmak" denilen kavrama iyi bir örnek. Kitabın yine de bilgilendirici tarzıyla tarihi tekrar okuma isteği yarattığını söyleyebilirim. Kösem Sultan, Dördüncü Murad, Deli İbrahim ve tahta çocuk yaşta çıkan Dördüncü Mehmet'i biraz daha tanımak istiyor insan. Osmanlı'nın henüz duraklamaya geçmediği en kanlı dönemlerinden birini hatırlattığı için teşekkürler. Öneririm.
İzlediklerim
Her bültende son izlediğim film veya dizilerden en beğendiğim için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
2011 yılında, İngiltere’nin Channel 4 kanalında televizyon tarihini değiştirecek bir yapım gösterilmeye başlandı. İngiliz dizilerine has, niteliğin nicelikten önemli olduğu bilinciyle iki sezonda toplam 6 adet unutulmaz bölümle yayına giren Charlie Brooker acayipliği Black Mirror, Netflix tarafından 2013’te satın alındıktan sonra da ruhunu kaybetmedi ve Alacakaranlık Kuşağı ile teknolojiyi bağdaştırmayı başardı. Her bölümü tek başına orta metrajlı bir film formatında olan orijinal hikâyeleri, aldıkları ahlaki kararlarla sonuçta kesinlikle komik veya trajik sonlarına koşan güçlü karakterleri ve tek kelimeyle çarpıcılığıyla, “Acaba sonraki sezonu gelecek mi?” sorusunun en çok akıllara düştüğü, toplam 33 bölümlük bir hazine bu dizi. Herkesin favori bölümleri vardır, çünkü gösterime çıktığı anda kültleşiyorlar. 2018 tarihli uzun metrajı Bandersnatch ise çocukluğumuzda okuduğumuz sonucu kendin belirle kitaplarına (Macera Tüneli serisini hatırlarsınız belki, kapıdan çıkacaksan 57. sayfaya git, damdan atlayacaksan 92. sayfaya git şeklinde birden çok sonlu kitaplardı) can vermiş, içerik tüketme deneyiminde yeni bir etkileşim şekli belirlemişlerdi. Tuttu mu, devamı gelir mi bunu henüz bilemiyoruz ama iyi bir denemeydi.

Geçen hafta dizinin çok beklenen 7. sezonu geldi. İçinde yine birbirinden benzersiz bölümler var. Black Mirror’ın her bölümü birbirinden farklı olduğu için dünyaları da ayrı, çok ender olmak üzere diğer bölümlere gönderme yapılıyor. Ancak bu sezonda çok beğenilen USS Calister bölümünün devamı var, bunun öne çıktığını söyleyebilirim. Diğer bir ilginç nokta da, sezonun ikinci bölümü Bête Noire’ın dünyadaki tüm seyirciler için rastgele olmak üzere çok ufak bir farkla (bölümde geçen Bernies / Barnies kelime anlaşmazlığı ile ilgili ofiste tartıştıkları sahne bazı hesaplarda alternatif versiyonuyla yayınlanıyor) gösterime sokuyor. Yani siz kendi hesabınızla aslında %1 oranında farklı bir bölüm izliyorsunuz, komşunuz ya da arkadaşınız farklı. Bu bölümün konusuyla ilgili bu tarz harika numaralarla izleyiciye gaslighting uyguladığına dair suçlamalarla baş başa kalmayı göze alarak böyle çılgınlıkları izleyiciyle buluşturdukları için yaratıcı ekibine teşekkür ediyorum. Netflix’ten izleyebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bültenini her hafta Pazar sabahları yayınlıyorum. Sadık bir dost gibi, söz verdiği saatte e-postalarınızda olsun istiyorum. Abone olmak ücretsiz. Hadi abone olun.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Son olarak okumayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmayı seviyorsanız, lütfen aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşın.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Beni de Stanford hapisane deneyi çok etkilemiştir. Deneklere yetki verildiğinde içlerinden nasıl bir canavar çıktığını görmek, insan olusumuzla ilgili hiç düşünmediğim birseyi gösterdi.
Paylaştığınız tüm kaynaklar için de teşekkürler.