Kendimce Düşünceler - 30: Kendi Sesinizi Dinleyin
23 Nisan ve çocuklarımızın güncel durumuna dair birkaç söz 🚸 Beşli Çağrışım: Deprem -> Spoonerism 😛 Oku: "Acı Otlar - Marga Minco" 📚 İzle: "Dungeons & Dragons: Honour Among Thieves"🎬
Başlarken
Kendi sesinizi üç şekilde dinleyebilirsiniz.
Kendi sesinizi duymanın ilk yolu tabii ki sesinizi çıkarmaktır. Sizin sesiniz de tüm sesler gibi havada dağılarak kulağınıza gelir. Ancak ses tellerinizin titreşimi kafatası kemikleriniz tarafından da iletildiği için, sesiniz bir de iç kulağınıza kemikleriniz üzerinden aktarılmış olur. Kemikler alçak frekanslı, yani pes sesleri daha güçlü iletirler. Dolayısıyla kendi konuşmanızı her zaman, gerçekte olduğundan daha pes ve hacimli duyarsınız. Bu ilginç bir metafor olabilir, çünkü demek ki çoğu zaman düşüncelerimizi ifade ettiğimizi zannettiğimiz dil veya ton doğru anlaşılamaz ve iki insan birbirini tam olarak anlayamaz. Avusturyalı felsefeci Ludwig Wittgenstein’ın 1921 tarihli eseri Tractatus Logico-Philosophicus’taki şu sözü bunu destekliyor:
Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt. / Dilimin sınırları dünyamın sınırları anlamına gelir.
Geldik kendi sesinizi dinlemenin ikinci yoluna. Bir gün bir konuşmanızı video veya ses dosyası olarak kaydedin ve dinleyin. “Bu konuşan ben miyim?” diye düşüneceksiniz. Vurgularım böyle mi? R’leri bazen yutuyor muyum? Şivem bu kadar belli oluyor mu? Hele bir de videonuzu seyretmeyegörün. Nerede suratınızı kaşımışsınız, nerede gözünüzü kısmışsınız, nerede zoraki gülmüşsünüz şıp diye tespit edersiniz. Artık iş hayatında tüm toplantılar Teams, Zoom, Meet gibi çevrimiçi araçlardan yapıldığı için kendi görüntümüzü bir köşede bol bol izlemek zorunda kalıyoruz. Bu dış görünüşle ilgili öz bilinç hali son derece yorucu ve Zoom Fatigue / Zoom Yorgunluğu ismiyle literatüre girmiş durumda.
Şimdi, bunun dışında bir de üçüncü yol var. O da hepimizin her an yaptığı gibi, düşüncelerinizin sizinle konuşmasıdır. Garip ama bazen en yüksek sesle konuşan da onlardır.
Dışarıdan bir ses geldiğinde, ses dalgaları nasıl kulak zarına çarparak beyne sinir iletimi yapıyorsa, kendinizin veya bir başkasının konuşmasını zihninize getirdiğinizde de dışarıdan bir ses dalgası gelmese dahi beyin aynı sinir iletimini gerçekleştirir. Her iki durumda da şakak bölgenizde bulunan temporal lobdaki işitsel korteks uyarılır. Bazen zihninizdeki sesler o kadar gerçekçi olur ki, dışarıdan mı geliyor ayırt edemezsiniz. Bir de tabii şunu eklemek gerek, zihninizden geçen her şey esasında gerçekten farksızdır, yalnızca henüz fiziksel olarak tezahür etmemiştir. O bakımdan düşüncelerinizin de sorumluluğunu almanız ve kontrolünü sağlamanız gerekir. Roma’nın filozof imparatoru Marcus Aurelius’un Meditations kitabında dediği gibi:
The soul becomes dyed with the color of its thoughts. / Ruh, düşüncelerinin rengine bürünür.
Düşüncelerinizi ve dolayısıyla özünüzü aydınlık renklere büründürme yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Osmanlı’da 2. Meşrutiyet döneminde tekrar açılan Meclis-i Mebûsan, son oturumunda Mustafa Kemal Paşa’nın etkisiyle kurulmuş Felah-ı Vatan grubunun da çabalarıyla, Mîsâk-ı Millî manifestosunu kabul ettikten bir ay sonra; 16 Mart 1920’de İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi, çünkü manifesto ülkenin sömürge olmasını reddediyordu. Kaderin öyle tuhaf bir cilvesi ki, bu işgal olmasaydı İstanbul’da muhtemelen normalleşerek devam edecek süreç sonucunda belki de Cumhuriyet kurulamayacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen yıkılışının ardından, 23 Nisan 1920’de TBMM Ankara’da toplandı, dünyada Weimar Ulusal Meclisi gibi imparatorluk sonrası kurucu meclislerin hiçbirinin üstlenmek zorunda kalmadığı bir sorumlulukla Dünya Savaşı’nı 4 yıl daha uzatarak ulusunu kurtardı, ülkesini kurdu, bildiğiniz süreci tekrar anlatmayayım ama bu esnada ülkenin mühendis, subay, doktor gibi zor yetişen elitleri başta olmak üzere her kesiminden yüz binlerce kayıp verdi. Cephe gerisinde yetim kalan çocukların bakımı için yeterli gelmeyen darüleytamlar (yetimhaneler) yerine Himaye-i Etfal Cemiyeti, yani Çocuk Esirgeme Kurumu kamuya yararlı bir dernek olarak bu yavrulara destek olmak gayesiyle olağanüstü çaba gösterdi. Atatürk, bu destek faaliyetine gelir sağlamak amacıyla, müthiş bir kurumsallık, öngörü ve de biricik müşfikliğini gösterip 23 Nisan bayramını, vatanın kurtulması uğruna yetim kalan şehit çocuklarının ve kimsesizlerin günü olması için armağan etti. Cumhuriyet işte bu kimsesizlerin kimsesidir. Ata’yı saygı ve minnetle anarken, 2024 sonu itibariyle yurdumuzda yaklaşık 22 milyon çocuğumuz olduğunu (yani nüfusumuzun yaklaşık dörtte biri) hatırlayalım. Unutmayalım ki 0-17 yaş arası herkes çocuktur. 15-17 yaş arası çocuklarımızın %25’i, yani yaklaşık 1 milyon çocuk, işçi olarak çalışıyor. Çıraklık eğitimi görürken bir işletme veya inşaatta aktif olarak çalışan 500 bin çocuğu da ekleyince, toplam 1,5 milyon çocuğumuzun (6 yaşından itibaren çalışmak zorunda kalan kayıt dışı çocuk işçileri de hesaba katarsanız yekûn çok daha fazla) okul yerine işyerinde olduğunu görüyoruz. Çocukların hayat şartlarıyla ilgili istatistiklere de yer verdiğim ve bize ülkemizi armağan edenlere borcumuzu ancak çocuklarımızı koruyup insanca yaşatarak ödeyebileceğimizi ifade ettiğim Çocuklarımız İnsanca Yaşamalı isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.

Beşli Çağrışım
Son 5 aydır yaptığım beşli liste formatını biraz değiştirmek istiyorum. Üniversite yıllarında "serbest çağrışım" diye bir oyun oynardık. Birbiriyle görünüşte alakasız bir başlangıç, bir de sonuç kavramı verirdik ve oynadığımız arkadaşımızın, adeta zihnimizi okurcasına aradaki adımları tahmin etmesini isterdik. Sürekli beraber vakit geçirmekten mi belli değil ama işin garibi doğru bir şekilde tahmin edebilirdik de. Bu ve bundan sonraki haftalarda gelecek beşli çağrışımları (evet formatın ismi bu) bültenin bu bölümünde görebilirsiniz.
Bu hafta Deprem’den Spoonerism’e ulaşmaya çalışıyoruz. Oyun olarak uygulamak isteyenler, bir süre aşağıdaki sıralamaya bakmadan kendileri ulaşmayı deneyebilir. Bakalım sizlerin çağrışım yolundan neler çıkacak?
İstanbul'da bulunan veya yakını olan herkese 23 Nisan Çarşamba günü yaşanan deprem sebebiyle geçmiş olsun!
Can kaybı olmaması sevindirici. Malt grubunun Deprem şarkısının sözlerindeki gibi üç nokta bire bile dayanamayıp yıkılan örnekleri geçmişte gördük.
Tabii bu şarkıda bahsedilen üç nokta bir, Malt grubunda da çalan ve aslında sonradan Üçnoktabir ismini alan eski ismi Spitney Beers olan müzik grubuna gönderme.
Bu isim, eserekli pop şarkıcısı Britney Spears'ın adının dil sürçmesine maruz kalmış hali gibi duyuluyor.
Dil sürçmesi tabirinin İngilizcedeki birebir karşılığı slip of the tongue. Ancak bunun yerine spoonerism kelimesini kullananlar da oluyor. Kelime, konuşurken sürekli dili sürçen William Archibald Spooner'a ithafen 1928 yılında türetilmiş.
Okuduklarım
Her bültende son okuduğum kitaplardan en beğendiğim için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Naziler 10 Mayıs 1940’ta Hollanda’yı işgal ettiğinde, o yıllarda savaş teknolojisi bakımından geri kalmış ve düz bir ovaya benzeyen yapısıyla fiilen savunulamaz durumda olan ülke, kraliyet ailesinin de İngiltere’ye kaçması ve büyük şehirlerinden Rotterdam’ın 14 Mayıs’ta bombalanması üzerine, 15 Mayıs’ta teslim oldu. Tüm dünyada “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabıyla ünlenen Simon Kuper’in İkinci Dünya Savaşı yılları üzerine yazılmış harika “Ajax, Hollandalılar ve Savaş” kitabı, futbol üzerinden örnekler vererek, bir yandan ülkenin 5 gün gibi çok kısa bir sürede ve eski tabirle kurşun atmadan teslim olmasını eleştiriyor, bir yandan da halkın işgal yıllarındaki soykırım ile ilgili ekseriyetle kılını kıpırdatmamasını çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Marga Minco’nun Acı Otlar’ını bu bilgiyle okuyunca kitap daha iyi anlam buluyor.
Anne Frank’in Hatıra Defteri nasıl insanı duygular arasında dolaştırarak etkiliyorsa, Acı Otlar’ın otobiyografik anlatısındaki mesafe ve nesnellik de bu defa duyguların eksikliği ile etkiliyor. İşgal yılları boyunca özellikle ailesindeki normallik ön yargısı (buraya gelmezler, burada olmaz, bize bir şey olmaz) aslında Kuper’in kitabında anlattığı halka yerleşmiş “görmedim, duymadım, konuşmadım” sosyal politikasının bir izdüşümü (Aynı tepkisizlik politikası 2025 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki insanlık krizine karşı da, dünyanın geniş kesimleri tarafından uygulanıyor mu? Sorunun cevabını okuyuculara bırakıyorum). Acı Otlar’ı bu anlamda Nazi işgalinin sıradan ailelere etkisini anlatan kısa bir belgesel gibi de okuyabilirsiniz. Akılda kalıcı çok sahnesi olan, güçlü bir kitap. Öneririm.

İzlediklerim
Her bültende son izlediğim film veya dizilerden en beğendiğim için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Dungeons & Dragons: Honor Among Thieves
Atıfta bulunmalara doyamadığım, şu an bildiğimiz birçok yıldızın ilk çıkış noktası olan ve yalnızca 18 bölüm süren Judd Apatow dizisi Freaks & Geeks’in başkarakteri Sam Weir’i canlandıran John Francis Daley’nin aktörlük kariyeri Seth Rogen, James Franco, Linda Cardellini veya Jason Segel kadar iyi gitmese de, senaryo ve yönetmenlik anlamında ışık verdiğini Horrible Bosses, Spiderman: Homecoming ve Game Night filmlerinden anlayabiliyorduk. Tüm dünyadan D&D (Dungeons & Dragons - Zindanlar ve Ejderhalar) hayranlarının ilgisine mazhar olan filmimizi de, neredeyse son 20 yıla yayılmış vaziyetteki Marvel Sinematik Evreni’nin iyi becerdiği ne varsa hepsini uygulamak suretiyle, rahat izlenen ve eğlendiren bir yapıma dönüştürmeyi başardığını söyleyebilirim. Ülkemizde yaygın bilinen adıyla FRP (Fantasy Role Playing), oyuncuların fantastik bir macerayı ortak hayal gücü üzerinden yaşadığı bir masaüstü oyunu. Bir karakter canlandırıp, başka karakterlerle ortaklık edip, oyun yöneticisinin (DM veya Dungeon Master olarak geçer) kurguladığı bir interaktif öyküye katılmak; deneyim kazanıp karakterinin değiştiğini ve geliştiğini gözlemlemek bu oyunun temeli. Oturduğunuz yerden yapılan bir tür tiyatro desek haksızlık sayılmaz. İşte bu rol yapma oyunu evrenlerinin en meşhuru olan “Forgotten Realms / Unutulmuş Diyarlar” şimdiye kadar kitaplar ve masaüstü D&D oyunları dışında yalnızca RPG türündeki bilgisayar oyunlarında arzıendam etmişti. Filmi izlerken buralardan aşina olduğumuz Baldur’s Gate, Icewind Dale, Neverwinter, Underdark gibi yer isimlerini duymak, kitaplardan bildiğimiz Elminster Aumar gibi karakterlerle karşılaşmak heyecan verici. Bu D&D’nin ilk film uyarlaması değil. 2000 yılındaki ilk uyarlamasında Jeremy Irons gibi Oscar’lı aktörler bile yer almıştı ancak gerek o dönemin görsel efekt teknolojisinin daha geri olması gerekse de ilk filmdeki başkarakterlerin 2023 tarihli filmimizdeki kadar sempatik olmaması sebebiyle film tüm zamanların en kötülerinden biri olarak anılageldi. Gönül bir de kara elf Drizzt Do'Urden filmi ister, diyerek; ayrıca Bridgerton’la tanınan Regé-Jean Page’in canlandırdığı ironiden anlamayan paladinin hemen her diyaloğuna çok güldüğümü belirterek filmi önereyim. Netflix’ten seyredebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bültenini her hafta Pazar sabahları yayınlıyorum. Sadık bir dost gibi, söz verdiği saatte e-postalarınızda olsun istiyorum. Abone olmak ücretsiz. Hadi abone olun.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Son olarak fanzin okumayı, her şey hakkında bilgi sahibi olmayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmayı seviyorsanız, lütfen aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşın.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Not: Geçtiğimiz hafta Youthall’un düzenlediği Tech Career Summit etkinliğinde konuşmamı izleyen, paylaştıkları emojiler, yorumlar ve sorularla oturuma renk katan tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyor ve selamlarımı gönderiyorum.
Kendi iç sesimizin önce temporal lobe’dan geçiyor olması çok enteresan Wernicke’den sanırım değil mi? İç sesimizi direkt pre-frontal’de işleriz gibi düşünüyordum. Bilgi için teşekkürler, o zaman kendi kendine sen diyerek telkinde bulunma önerisi de daha anlam kazanıyor.