Kendimce Düşünceler - 32: Güven Ortamı
Hayatınızın ne kadar ağırlığı var? 🎒 Anneler Günü -> Hamlet 🎭 Oku: "Poetika - Aristoteles" 📚 İzle: "The Man Without A Past - Aki Kaurismaki"🎬
Başlarken
Termin tarihi olan bir iş üstündesiniz diyelim. Veya termin de yok, bir eserin üretim sürecindesiniz. Veya eser de yok, evden çıkmak için hazırlanıyorsunuz, arada bir aynada kendinizi kontrol ediyorsunuz. Ne zaman oldu/oldum/tamam dersiniz?
Desperado, Günbatımından Şafağa, Günah Şehri gibi filmlerinden tanıdığımız çılgın bağımsız sinemacı Robert Rodriguez, “Rebel Without a Crew / Ekipsiz Asi” kitabında (James Dean’in anısına saygıyla) ilk uzun metrajı El Mariachi’yi çekmek için gereken 7000 dolarlık bütçeyi bulabilmek amacıyla bir tıbbi araştırmada kobay olacak kadar şartları zorladığından bahsediyor. Filmlerinin başarı sırrını verirken, pahalı hazırlıklar, ekipmanlar ve kriz yönetiminden ziyade, deneme yanılmanın gücünü kullandığını ve riski yönettiğini anlatıyor. Örneğin storyboard çizdirip üstünden geçmek yerine basit bir video kamerayla, eşini dostunu oynatarak aklındaki filmi bir defa hızlıca çekiyor. Hatalarını erkenden görüyor, hızlıca düzeltiyor ve çevik bir süreçle ilerliyor.
Voltaire’in 1772 tarihli öyküsü La Bégueule’de geçen şu sözü hatırlatmakta fayda var:
Le mieux est l'ennemi du bien / Mükemmel, iyinin düşmanıdır.
Atelofobi, mükemmel olamama korkusudur. Yaptığınız her işi bizzat kendinizin kusurlu görmesi, dolayısıyla hiçbir işi bitirememek veya zamanında teslim edememektir. Yanlış karar verme endişesiyle donakalmak, sezgileri bir yana bırakıp bitmeyen bir uğraşla eldeki veriyi arttırmaya çalışmaktır.
Oysa gönül rahatlığıyla hata yapabilmenin tek bir reçetesi var. Güven ortamı.

Victor Hugo’nun ölümsüz eseri Sefiller’de Jean Valjean hapisten yeni çıkmış eski bir kürek mahkûmu olarak toplumdan dışlanır ve bir piskoposun evine sığınır. Oradan çaldığı gümüşlerle kaçarken yakalanır, ancak piskopos ondan şikayetçi olmaz. Yaşlı adam bu eski mahkûmun neyine güvenmiştir? Cevap yine güven ortamında gizli. Güvenmiştir, çünkü kusurluluğa ve ikinci şanslara inanır. Romanda daha sonra neler olduğu malumunuz. Hem insanlara hem de öncelikle kendi özünüze güvenme, kendinizi hatalarınızla sevme yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Seyahat ederken insanın aklına, yalnız başına, arkadaşlarla veya ailecek çıkılan gezilere dair anılar geliyor. Bir de tabii bunun yanında yolculuk kavramıyla ilgili entelektüel malzeme eşlik ediyor. Jason Reitman'ın yönetmen koltuğunda oturduğu 2009 yapımı çok anlamlı bir filmi var: Up in the Air. George Clooney'in, işi Birleşik Amerika'yı uçakla kat edip batmakta olan şirketlerin toplu işten çıkarmalarını işçilere tebliğ etmek olan başkarakter Ryan Bingham'ı oynadığı film, uçağa binmeden önce güvenlikten geçerken hep aklıma gelir. Anna Kendrick'in oynadığı, kovma işine yıkıcı inovasyon getirdiğini iddia eden genç meslektaşına en hızlı geçeceği sırayı seçmesini öğütlerken aşağıdaki klişelerden uzak durmasını söyler:
Bebekli aileler
İhtiyarlar
Orta yaşlı erkekler (Bu grup hazırlıksız olacağı için ceplerini boşaltmaları uzun sürer)
Bingham, bunun yerine Asyalı yolcuları tercih ettiğini iletirken (küçük bavulla gelirler, verimli seyahat ederler, bir sistemleri vardır), ırkçı değil pragmatist olduğunu da belirtir. Filmde bu enteresan başkarakter, deneyimli bir iş insanı olarak konferanslara profesyonel konuşmacı davetleri de alır. Konuşma başlığı ilginçtir.
Sırt çantanızda ne var?
Üstteki öğütlerinden ailelere pek de sıcak bakmadığını anladığımız Bingham'ın filmin hemen açılışında yaptığı konuşması şöyledir:
Hayatınızın ne kadar ağırlığı var, hiç düşündünüz mü? Bir an için, sırtınızda bir çanta taşıdığınızı hayal edin. Askılar omuzlarınıza baskı yapıyor—hissedebiliyor musunuz? Şimdi, yaşamınızdaki her şeyi bu çantaya doldurmaya başlayın. Önce küçük şeylerden başlayın: rafların üstündeki biblolar, çekmecelerdeki ıvır zıvırlar, koleksiyonlar, anılar... Her biri ağırlık katıyor. Şimdi biraz daha büyük şeyleri ekleyin: kıyafetler, küçük ev aletleri, lambalar, çarşaflar, televizyonunuz... Çanta ağırlaşıyor, değil mi? Şimdi iyice büyüğe geçelim: kanepe, yatak, mutfak masası—hepsini tıkın içine. Arabanızı da yerleştirin. Ve eviniz... İster bir stüdyo daire ister iki odalı bir ev olsun, onu da çantanın içine sıkıştırın. Şimdi yürümeyi deneyin. Zor, değil mi? İşte biz bunu her gün kendimize yapıyoruz. Hayatımızı o kadar çok şeyle dolduruyoruz ki, sonunda adım bile atamaz hale geliyoruz. Ama unutmayın: Hareket etmek, yaşamaktır.
Bu konuşma bana yönetmen Michael Mann'ın iki dev aktörü, Al Pacino ve Robert de Niro'yu ilk defa beyazperdede karşı karşıya getirdiği (Usta oyuncular The Godfather Part II filminde de yer almıştı ancak birlikte sahneleri yoktu) unutulmaz Heat filmindeki şu kati kuralı hatırlattı.
30 Saniye Kuralı
De Niro'nun oynadığı Neil McCauley kuralı şöyle açıklar:
Bana bir adam bir keresinde şöyle demişti: “Eğer köşeyi döndüğünde tehlikeyi hissedersen, 30 saniye içinde terk edemeyeceğin hiçbir şeye kendini bağlama”.
Pacino'nun oynadığı Vincent Hanna ise, karşısındaki hırsızın, bu kural uğruna sevdiği kişiyi bile geride bırakabilmesini haklı olarak çok garipser.
İki filmde de neticede ne olur, tahmin eder misiniz? Heat'teki McCauley kendi koyduğu 30 saniye kuralını çiğneyerek başarıyla tamamladığı kaçışından geri döner ve bu hayatına mal olur. Up in the Air'de Bingham, bavulunu hafif tutma kuralını çiğneyerek birine bağlandığına inanır ancak kapısına gidip hayal kırıklığına uğrar, yani onun da bedeni değilse bile itinayla oluşturduğu personası ölmüştür. Hayat iki karakterin de baştan bu kurallara körü körüne bağlanmakla hata ettiğini onlara göstermiştir.
Sırt çantanızı hafif tutun, hareketli kalın ve metaforik bir kaçış planınız bir yerlerde dursun, eyvallah. Ancak kalbinizde, sevdiklerinize de her zaman yer olsun. Yalnız yaptığınız yolculuklar sade içinize yönelsin, geri kalan deneyimlerin hepsi paylaştıkça çoğalıyor.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Anneler Günü’nden yola çıkıp Hamlet’e varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz. Ayrıca, beşli çağrışım isteklerinizi yorum olarak bırakabilirsiniz.
ABD’de fiilen 1907, resmen 1914 itibariyle kabul edildiğinden beri, her yıl Mayıs ayının ikinci pazar günü annelere adanır. Anneler Günü’nüz kutlu olsun!
Tabii henüz gün olarak kutlanmadan önce de annelere ithaf edilmiş şiirler vardı. İşte kısacık, ancak en güzellerinden bir tanesi, Robert Louis Stevenson’ın “To My Mother / Anneme” şiiri (Türkçeye çevirmek yine bana düştü, şiir çevirisiyle ilgili ayrı bir yazı yazacağım):
You too, my mother, read my rhymes
For love of unforgotten times,
And you may chance to hear once more
The little feet along the floor.Annem, sen de oku uyaklarımı
Unutulmayan anlar hatırına
Ve belki duyarsın bir kere daha
Yerden gelen minik adımlarımı
İskoçyalı şair ve yazar Stevenson’ı en yaygın olarak bilinen eseri 1883 tarihli “Treasure Island / Define Adası”dır. Romanın 1972 tarihli film uyarlamasında korsan Long John Silver rolünü usta sanatçı Orson Welles canlandırmıştır.
Henüz 25 yaşındayken çektiği ilk filmi Citizen Kane ile en iyi senaryo Oscar ödülünü alan Welles’in, buna rağmen kendini en iyi gerçeklediği alan, film uyarlamalarında hem yönetmen hem de başrol koltuğuna oturduğu Macbeth, Othello ve Chimes at Midnight gibi William Shakespeare eserleriydi.
Shakespeare’in görece en meşhur eseri olan Hamlet’in hazin bir kaynak hikâyesi var. Yazar, eşi Anne Hathaway’le (evet, The Princess Diaries’le meşhur olan Anne Hathaway’in ismi de buradan geliyor) tek oğulları olan Hamnet Shakespeare’i 1596’da, henüz 11 yaşında kaybettikten birkaç yıl sonra bu unutulmaz trajediyi yazıyor. Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Orta Çağ uzmanı olan Umberto Eco’nun yazdığı, tüm zamanların en iyi romanlarından biri olan Gülün Adı, 1327 yılında, bir manastırda peş peşe işlenen cinayetleri araştıran eski sorgu rahibi Baskerville’lı William’ın gözünden Fransiskenler ile Papalık, yoksulluk ve zenginlik, özgür düşünce ve dogma gibi ikilikleri güzelce ortaya koyar. Bunu yaparken de manastırın başrahibinin kilit altında tuttuğu bir kütüphaneyi, özellikle de bir kitabı metafor olarak kullanır. İşte o kitap, Aristoteles’in Poetika’sının kayıp olan ikinci cildidir ve anlaşılan komedya hakkındadır.

Buradaki metinler arasılık edebiyat tarihinde ilk değilse de, kayıp bir metnin hayalini kurmak anlamında hedefi tam on ikiden vuran Eco harika bir icat ortaya çıkarıyor. Zira Poetika gerçekten de komedyadan bahsetme vaadinde bulunsa da, esasen yalnızca tragedyanın unsurları ve destan (mythos) türünden nasıl farklılaşması gerektiği üzerine. Okurken üstadın, hocası Platon’un idealar dünyasının gölgesi kabul ettiği gerçek dediğimiz dünyaya bile kuşkuyla bakmasından farklı olarak, kurmaca ve özellikle de taklit (mimesis) kavramına oldukça saygı duyduğunu görüyorsunuz. Bir tiyatro eleştirmeni gibi, çoğu şimdi kaybolmuş metinlerin olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koyuyor. Olay örgüsü oluşturma, koro ve dekor kullanımı, dil bilgisi ve söz sanatları konusunda açıklama ve tavsiyelerde bulunuyor. Metin kısa ancak derinlikli. Aristo’nun ezoterik yapıtları arasında sayılan bu kitabı temel bir eser olarak öneriyorum.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Fin yönetmen Aki Kaurismäki’nin Finlandiye üçlemesinin ikinci filmi olan The Man Without a Past (Mies vailla menneisyyttä) elinde çantasıyla Helsinki’ye geldiği gün serseriler tarafından darp edilen ve hafızasını kaybeden bir adamın, şehrin kenar mahallesinde kendine yeni bir hayat kurma öyküsünü anlatıyor. Bölgeden komşularının ve evsizlere yardım eden Kurtuluş Ordusu’nun da desteğiyle ayakta durmaya çalışırken, tabii ki devlet bürokrasisi ve başkarakterimizin geçmişi peşini bırakmıyor. Film, özellikle ikinci yarısında açılan, izlemesi keyifli ve umut dolu bir komedi. MUBI’den seyredebilirsiniz, öneriyorum.

Minimalist sinema anlamında Yasujirō Ozu ve Robert Bresson ekolünün Wes Anderson’la birlikte en önemli yaşayan temsilcisi konumundaki usta sinemacı Kaurismäki, bu filminde, yoksulluğa karşı dayanışmanın (bkz. başkarakterin serserilerle tekrar karşılaştığı kısımda komşuların desteği), haksızlığa karşı bilgi ve adaletin (bkz. haksız tutulduğu karakola gelip kendisini çıkaran yaşlı avukatın çabası) yanında. Dayanışma içeren anlam dünyasını John Ford’un Steinbeck uyarlaması, 1940 tarihli Gazap Üzümleri’ne uzak bulmadım. Ayrıca ilk büyük çıkışını kendi yarattığı bir rock grubu olan Leningrad Cowboys için çektiği müzik videoları ve uzun metrajlı film Leningrad Cowboys Go America ile sağlayan yönetmen, her filminde yaptığı gibi burada da müziğe dört başı mamur olarak yer vermiş. Aşağıda, filmde kullanılan şarkılardan Paha Vaanii’nin icra edildiği bir kesiti paylaşıyorum.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Poetika, bir edebiyatçının başucu kitabı. Gülün Adı ise Umbertocuğumun kitaplarından favorim. Hakikat ve bilgi labirentin merkezinde bir gül gibi.. ona ulaşma yolculuğu tehlikelerle dolu.. dikenler her yanı sarmış.. Ve aslında bilgiye ulaşmak nihai bir yer değil, çünkü her yolculuğun sonunda bir başka yeni hakikatin peşine düşeriz. Bu da gülün sarmalı gibi. Eco'nun en sevdiği sembol. Karar verdim, filmi tekrar izleyeceğim :)