Kendimce Düşünceler - 37: Ringelmann Etkisi
Bereketli Hilal ve sert kabuklu, ehlileşmemiş ekmeklerimiz üzerine. 🍞 Babalar Günü -> Metot Oyunculuğu. 🎭 Oku: "Berci Kristin Çöp Masalları - Latife Tekin" 📚 İzle: "Pelé - Zimbalist Kardeşler"🎬
Başlarken
Okul yıllarınıza dönmenizi istiyorum. Sınıf mevcudunun birden fazla ekibe bölündüğü grup çalışmalarını veya proje ödevlerini düşünün. Özellikle grubun kalabalık olduğu çalışmalarda ekipten birileri ödevi / aktiviteyi / projeyi yapıp bitirir, yine aynı ekipten birileri de beynini yormaz, herhangi bir şekilde aktif katılım göstermezdi değil mi? Tez projesi veya iki-üç gibi daha az sayıda kişiden oluşan gruplara bölünen çalışmalarda ise bu durum yaşanmazdı. Neden böyle?
Nedenine gelmeden önce size bir proje yönetimi yasasından bahsedeyim. 1975 tarihli kitabı The Mythical Man-Month’ta Amerikalı bilgisayar bilimci Fred Brooks, daha sonra Brooks Yasası olarak tanımlanacak olan şu meşhur cümlesini kurar:
Gecikmiş bir yazılım projesine yeni insan gücü eklemek, projenin daha fazla gecikmesine yol açar.
Yazılımla sınırlı tutmadan her yere uyarlayabileceğiniz bu yasa bağlamında Brooks, yeni eklenecek kişilerin diğer tüm üyelerle iletişim kurması gerekeceği için koordinasyon maliyetinin artacağından ve ayrıca yeniler üretken olana kadar deneyimli üyelerin kendi işlerini bırakıp onları eğitmeye vakit harcayacağından bahseder. Bazı işlerin insan eklense de teknik olarak hızlanamayacağı ile ilgili şu örneği çok eğlencelidir:
Bir çocuğun dünyaya gelmesi, kaç kadın görevlendirdiğiniz fark etmeksizin, dokuz ay sürer.
Şimdi, girişte verdiğim örnek, sosyal kaytarma olarak isimlendirilen bir sosyal psikoloji fenomeni ve ilk defa 1913’te, Fransız ziraat mühendisi (tedrisatı ilginç) Maximilien Ringelmann tarafından ortaya atılıyor. Ringelmann Etkisi, bir grubun üyelerinin gösterdiği bireysel üretkenliğin, grup büyüklüğüyle ters orantılı olması eğilimidir. Grup mevcudu büyüdükçe, üyeleri görülmediklerini hissederler ve daha az çaba sarf etmeye başlarlar. Bireysel motivasyon düşer, hatta beleş yolcu (free rider) denilen, hiç güç harcamadan grup çabasından faydalananlar ortaya çıkar.

Paw Patrol bile her göreve bütün ekip olarak katılmıyor (yaşı yeten, çoluğu çocuğu olup seyredenler bilir), delege edin, diğerlerine şans verin. Ringelmann etkisini yok edemesek bile, sorumluluk alanlarında netlik, ekip büyüklüğünde ince hesap ve özellikle de insanların çabasının görüldüğünü onlara belli etmek sosyal kaytarmayı azaltacak formüller. Ancak verimliliğin de bir üst sınırı olduğunu unutmayın, yani çocuğun dokuz ayda doğması için fırsat verin.
Liderlik yolculuğunda da yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Ekmeğin Sana Benzer
Nova Norda'nın Beteri Yok Uslanmaktan diye bir şarkısı var. Dinlemek isteyen buyursun:
Sözlerin bir mısrası şöyle:
Beni öp, beni sev ama beni anlatma bana
Yani, şarkının ismiyle birlikte de düşününce diyor ki, beni ehlileştirmek için değiştirmeye, değiştirmek için doğru olmayan şeylere inandırmaya çalışma; çünkü ben kendimi bilirim. Şimdi bunu bir şarkı evreninden çıkarıp tarıma bağlayalım mı? ("Neleri nelere bağlamadık ki Utku Cevre, hadi gel bağlayalım!" dediğinizi duyar gibiyim)
Bereketli Hilal
Tarihin başlangıcından beri dünyanın en verimli tarım arazileri nehir kenarlarında olur. Bunu alüvyonun getirdiği çeşitlilik ve yer altı su kaynaklarının bolluğu sağlar. Mısır'daki Nil Deltası, Pakistan'da İndüs Vadisi, Bangladeş'te Ganj Deltası, Çin'de Sarı Nehir Havzası, Kaliforniya'da Merkez Vadisi, Orta Avrupa'da Tuna, Makedonya'da Vardar, Trakya'da Meriç nehirlerinin suladığı ovalar, Roma İmparatorluğu ve daha sonra Kuzey İtalya'da Po Ovası bu doğal avantajın getirdiği etkenlerle medeniyetlerin kuruldukları belli başlı yerler oldular. Toprağının avantajıyla tarımda öne çıkan yerlerin de adını geçirmek gerekirse, Ukrayna'da kara toprak (çernozyom) ile Amerika orta batısında ve Arjantin'deki humuslu topraklar Allah vergisi şans olarak verimli tarıma yatak oldular. Bugün temel gıda maddelerimiz olan arpa, mercimek, bezelye ve nohut gibi bitkilerin ilk defa yetiştirildiği yer ise, Mezopotamya’dan Levant kıyılarına ve Mısır’a uzanan, Dicle ve Fırat nehirlerinin suladığı verimli toprak yayını ifade eden Bereketli Hilal olmuştur. Tarım ve dolayısıyla sürekli gıdayla birlikte insanlık tarihinde yerleşik hayat ve Sümer, Babil, Asur başta olmak üzere ilk medeniyetlerin filizlendiği yer de burasıdır. Terim ilk defa Amerikalı arkeolog James Breasted tarafından 1914'te kullanılıyor. Aşağıda Batlamyus'un 15. yüzyıldan bölge ile ilgili bir harita çalışmasını ekliyorum (kaynak).
Buğday ve Ekmek
Sapiens kitabında Harari, dünyamızda genetik olarak en başarılı türün buğday olduğundan bahsediyor. Hatta işi abartıp medeniyetlerin kuruluşunu bir de buğdayın gözünden incelemeyi öneriyor. Ona göre insanoğlu buğdayı ehlileştirmedi, tam tersi buğday insanları ehlileştirdi. Kim kimi ehlileştirdi bir yana, kökeni 10 bin yıla uzanan ilk buğdaylar da işte bu Bereketli Hilal bölgesinde yetiştiriliyor. Değiştirilmeden bugüne gelmiş, 14 kromozomlu siyez buğdayı ve 28 kromozomlu kavılca buğdayı ülkemizin de yerli buğdaylarının en önemli ikisi. Buğday bitkisinin diğer saydığım temel gıdalara göre önemi tabii ki ekmek yapımında kullanılması. Şimdi bir iddia ortaya atayım mı? Bence ülkelerin buğdayları da ekmekleri de o ülkelerin insanlarına benzer. O yüzden mesela Amerikan buğdayı tüm dünyaya ihraç olurken, bundan yapılan ekmek hibrit ve katkı maddeli, besleyiciliği düşük, kolay tüketilebilir ve lezzetlidir. Almanya'nın buğdayları planlı ve sistemli olarak ıslah edilmiş, ekmekleri ise kabarık ancak dengelidir. Yurdumuzun buğdayları geleneksel ve dirençlidir, bununla beraber bu buğdaylardan yapılan ekmek sert kabukludur, içi kolay dağılır, verimli olmasa da besin değeri yüksektir.
İklim Krizi
Bir zamanların verimli nehir havzaları ve ovaları, şimdi yer altı su kaynaklarının azalması tehlikesini yaşıyor. Bereketli Hilal bugün kuraklık dolayısıyla dünyaya zorunlu göçmen gönderir halde. Yağış alan bölgelerde ise yağışlardaki düzensizlik, ayrıca ağaçların kesilmesi dolayısıyla erozyon ve toprak kayması felaketleri baş gösteriyor. Yüz ölçümüne oranla dünyanın en büyük gıda ihracatçısı konumundaki Hollanda'da, endüstriyel büyükbaş hayvancılığın çevreye negatif etkisi tartışılıyor (Karikatürleştirerek anlatayım, endüstriyel olarak çoğaltılan milyonlarca inek dünyadaki suyun büyük bir kısmını içiyor ve her yellendiklerinde atmosfere metan gazı salınıyor). Tüm dünyadaki GDO'lu gıda ve pestisit problemini ise sanırım anlatmama gerek yok. Bu şartlar altında şahsen hiç katılmadığım "etrafın karanlık olduysa sen de gözlerini kapa" düsturu mu geçerli, yoksa yazının başına dönecek olursak gerçekten de uslanmaktan beteri yok mu? Başkasına benzemeye çalışmak mı geçer akçe, yoksa kendin gibi olmak mı? Kim olduğunu bir başkasından öğrenmek mi, yoksa kendi kendini keşfedip benimsemek mi? İklim krizinde zorunlu göçmen olmamak için herhalde önce bulunduğun yeri sevmek, sahiplenmek ve neşvünema bulmasını sağlamak gerekiyor. Vizontele filmindeki meşhur monoloğa gönderme yaparsak, insanın kendisi olabildiği tek yer olan memleketini, içindeki tüm güzelliklerle birlikte yeşertmek gerekiyor.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Babalar Günü’nden yola çıkıp metot oyunculuğuna varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz. Ayrıca, beşli çağrışım önerilerinizi yorum olarak bırakabilirsiniz.
Babalar Günü kutlu olsun! İspanya, İtalya gibi güçlü Katolik kökleri olan ülkelerde 15. yüzyıldan itibaren babalar günü olarak kutlanan 19 Mart Saint Joseph Günü’nden farklı olarak, biz haziran ayının üçüncü pazar günü olarak belirlenen Amerikan babalar gününü kutluyoruz.
Doğrudan bu özel günü anlatmıyor ancak 1993 tarihli Jim Sheridan filmi “In the Name of the Father / Babam İçin” bence baba-evlat ilişkisini en güzel anlatan filmlerden biri. Aynı zamanda da klasik bir mahkeme draması.
Film gerçek bir öyküye dayanıyor. 1974’te İngiltere’de IRA tarafından gerçekleştirilen ve 5 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir saldırı sonucunda, aslında masum olan Kuzey İrlanda vatandaşı Gerry Conlon ve 3 arkadaşı tutuklanır ve 15 yıl hapiste kalır. 1989’da en başta karartılan delillerin ortaya çıkmasıyla masumiyeti kanıtlanır. Oğluna hukuki destek bulmak için Londra’ya gelen babası Guiseppe Conlon ise delil olmaksızın tutuklanarak, yardım ve yataklık suçundan 12 yıl hapse mahkûm edilir ve 1980’de cezaevindeyken hayata gözlerini yumar.
Başrolde yıldızlaşan Daniel Day-Lewis bu film sayesinde 1989’da Sol Ayağım filmiyle kazandığı Oscar ödülünden sonra ikinci adaylığını yakalar. Son derece seçici bir aktör olan bugün 68 yaşındaki Day-Lewis’in toplamda yalnızca 20 filmi ve bunlardan dolayı hepsi en iyi erkek oyuncu dalında olmak üzere 6 Oscar adaylığı ve 3 Oscar ödülü vardır. Verimli kariyere buyurun!
Day-Lewis’in bu başarısının altında, son derece gaddar bir metot oyunculuğunun yattığı söylenir. Metot oyunculuğu, bir aktörün canlandırdığı karaktermiş gibi yapmak yerine, o karakter gibi düşünüp yaşayarak adeta bir süreliğine o karaktere dönüşmesidir. 20. yüzyılın başında Rus tiyatro yönetmeni Konstantin Stanislavski tarafından bulunmuş, Marlon Brando, Dustin Hoffman ve Al Pacino gibi büyük aktörlere oyuncu koçluğu yapmış olan Lee Strasberg tarafından geliştirilmiştir.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Berci Kristin Çöp Masalları
Türk romancılığında masalsı gerçekçilik denince tabii ki akla Yaşar Kemal ve bir halk masalı formunda anlattığı Çukurova geliyor. Yazar, Anadolu söylencelerinden bolca faydalandığı ve Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” eserinde anlattığı türden, bin yüzlü kahramanların örneklerini verdiği romanlarıyla ayrı bir yerde. Latife Tekin’in 1984’te yazdığı bu kısa roman ise başka türlü bir masal. Darbe sonrası İstanbul’unda çarpık kentleşmenin ve çöplerin arasında yozlaşmanın adeta fotoğraf albümü. Olay örgüsü belirsiz bölümler şeklinde, bir yandan çöplüğün ortasında kurulan ismi ironik gecekondu semti Çiçektepe’nin bürokrasiyle mücadele ederek mahalle hüviyeti kazanması, iş gücüne ve çöpten fabrikalara ev sahipliği yapması, ardından da giderek sınıf bilincini kazanmasının masalını anlatıyor yazar. Bir yandan da hurafe inanışlarına bel bağlaması, cinsiyetçilik, kumar ve nihayetinde fuhuş yuvası olmasının masalını anlatıyor. Kitabın ismi de Çiçektepe’nin ikili durumunun bir yerde özeti olarak konulmuş. Yaylada koyunları sağıp süt getiren temizlik ifadesi berci kızlardan, kaldırım işçiliği yapan kristinlerin bulanıklığına giden bir yolculuk gizli içinde. Semte çingenelerin gelip varoş içinde varoş kurdukları bölüm ve hazin sonları ise özellikle akılda kalıcı. Tekin, dar gelirlinin bir başka dar gelirliye ettiği zulmün katıksız ve sınırsız olduğunu gözlemlemiş. Mahalle sakinlerinden birinin taktırdığı işlemeli kapıyı kıskanan ahalinin şehirde sökülmedik eski kapı bırakmaması ve mahallenin romanını yazdığına inanılan bir sakinin kapısında romanda yer almak için kuyruk olmaları güldürdü. Hızlı okunan bir eser, yazarın tarzıyla tanışmak isteyenlere öneririm.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Pelé: Birth of a Legend
Dört yılda bir düzenlenen FIFA Dünya Kupası, herhalde olimpiyatlarla beraber en çok beklenen iki spor organizasyonundan biri olsa gerek. Uzun yıllar ilk organizatörü Julet Rimet’nin adıyla anılan kupa, futbolu jogo bonito (güzel oyun) diye adlandıran ve Afrika kökenli capoeristaların ayak hareketleri üzerinden gelişen ginga stilini özümseyen Brezilya’nın müzesine 1958 yılına kadar girmedi. Hele kendi ülkelerinde düzenlenen 1950 kupasını finalde Uruguay’a kaybettikten sonra ülkenin ginga ruhuna karşı da mesafeli durmaya başladığı söylenebilir. Farklı ten renklerinden mürekkep olmaları ve kendilerine benzemeyen oyun stilleri dolayısıyla, insanlığın başına bela olan faşizmin doğduğu Avrupa’nın alay konusu da oldular. Bu mesafeyi ve ön yargıyı kıran kişi, ülkenin en fakir kesiminden çıkıp Santos FC kulübüne gelme şansı yakalayan 17 yaşında bir çocuk olacaktı. Çocuğun adı Edson Arantes do Nascimento, lakabı ise Pelé’ydi. Futbol, olimpik sporların en prestijlisi değildir, Pelé de hiç olimpiyatlarda yer almamıştır ancak buna rağmen Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından Olimpiyat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. 1279 golle tüm zamanların en çok gol atan futbolcusu olmasının yanı sıra, üç defa dünya kupası kaldıran (1958, 1962 ve 1970) tek futbolcudur. GOAT tartışmasının kazananı belli değil mi?
Filme gelirsek, bir sahnede cameo da yapan ve filmin yürütücü yapımcılığını da üstlenen efsanenin kendisi olduğu için belgesel niteliğinde bir objektiflik beklemek doğru olmaz tabii. Yönetmen koltuğundaki Zimbalist Kardeşler, temiz bir sinematografiyle 1950’ler Brezilya’sına insanı götürüp bırakıyorlar. Film akıyor. Otantikliğe de çeşitliliğe ve farklılıklara da saygı gösteriyor. Spor filmlerinin o kendini iyi hissettiren havasını sonuna kadar taşıyor. TV+ üzerinden izleyebilirsiniz. Öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Lee Strasberg' in pek bir filmi yok ama GodFather II' de Al Pacino' nun ısrarı üzerine rol almıştır. Oyunculuğunu konuşturmuştur. Keşke daha fazla filmde rol alsaymış dedirtir.
Çok güzel bir yazı olmuş teşekkür ederiz sadece numaralandırma işi çok iyi oldu bence bugün daha net görülüyor 🎯💯