Kendimce Düşünceler - 39: Benjamin Franklin Etkisi
Polianthes Tuberosa: Turgut Uyar ve Yeditepe İstanbul. 🌼 Cansel Elçin -> František Kupka. 🎨 Oku: "Yazmak - Marguerite Duras" 📚 İzle: "The Worst Person in the World - Joachim Trier" 🎬
Başlarken
Hangisi daha erdemli bir davranıştır? Yardım etmek mi, yoksa yardım istemek mi?
Adam Grant, Wharton School’un en tanınmış genç profesörüdür. 2013 tarihli “Give and Take / Vermek ve Almak” kitabında, insanları birçok kişisel gelişim çalışmasının yaptığı gibi iki gruba ayırır. İlk grup olan givers / vericiler ve ikinci grup, takers / alıcılar. Almayı alışkanlık haline getirenlerin önceliği kendi çıkarları, vermeyi alışkanlık haline getirenlerin önceliği ise başkalarına yardım etmektir. Geleneksel olarak rekabetin çok olduğu dallarda, ikinci grubun (takers) daha başarılı olduğuna yönelik bir algı vardır. Gerçekten de satış ekipleri en iyi örnek olmak üzere, verme karakteri yukarıda olan kişiler (givers) genellikle sayısal olarak en başarısız ekip üyeleri olur. Ancak Grant’in ortaya koyduğu gerçek şu: en başarılı ekip üyeleri de verme karakteri yüksek, yani yardım etmeyi önceleyen kişilerin arasından çıkıyor. Yazar bunu bir koşu analojisiyle açıklıyor:
Yardım etmek size 100 metre koşusunu kazandırmaz ama maratonu kazandırır.
Ünlü yönetmen James Brooks’un 1997 tarihli filmi As Good As It Gets’in antisosyal başkarakteri Melvin (usta aktör Jack Nicholson bu rolle üçüncü Oscar ödülünü kazanmıştı), sürekli gittiği restoranda garson olarak çalışan Carol’a âşık olur ve yemek yedikleri bir akşam şu unutulmaz sözleri sarfeder:
Daha iyi bir adam olmak istememi sağlıyorsun.
Carol’un, hasta oğluna bakmakla geçen, saçmalıklara yer olmayan bir hayatı vardır. Melvin ise obsesif kompulsif bir yazardır, kaldırım taşlarının arasına basmamak için sokakta sekerek yürür ve ömrü boyunca kimseye yardım etmemiştir. Peki Carol’a yardım edebildiği her an neden mutlu olur? Yalnızca âşık olduğu için mi? Benjamin Franklin’in otobiyografisinden bir cümleye dönerek bunu açıklayabiliriz.
100 dolarlık banknottaki resminden tanıdığımız Ben Franklin, bildiğiniz gibi ABD’nin kurucu babalarından biri. Otobiyografisinde politik bir rakibiyle nasıl dost olduğunu güzel bir örnekle anlatıyor. Franklin, rakibinden kendi kütüphanesinde olmayan bir kitabı ödünç istiyor, rakibi de haliyle veriyor. Bir süre sonra kitabı geri getirip teşekkür etmesinin ardından, rakibinin ona karşı davranışlarının değiştiğini ve kendisine yaşamının sonunda kadar sempatiyle baktığını yazıyor. Sonra da bu durumu, gelecekte Benjamin Franklin Etkisi olarak anılacak şu çıkarımla açıklıyor:
Size bir kez iyilik etmiş biri, sizin ona iyilik yaptığınız birine kıyasla size tekrar iyilik yapmaya daha yatkındır.

Her zerresiyle fikirlerinize karşı olan birinin, size yardım ettikten sonra bir anda en büyük taraftarınıza dönüşmesinin sebebi ancak bilişsel uyumsuzluk kavramıyla açıklanabilir. Psikolog Leon Festinger’in ortaya attığı kurama göre, insanların tutumları ve davranışları paralellik göstermelidir. Geri döndüremeyeceğimiz bir davranışı gerçekleştirdikten sonra çoğunlukla tutumumuzu da değiştiririz. Sizden hoşlanmayan biri size yardım ettiğinde, bunu neden yaptığını kendine açıklayamaz ve “demek ki hoşlanmam gerekiyormuş,” diye düşünerek tutumunu değiştirir. Sözün özü, yardım istemenin size yardım eden kişi için dönüştürücü bir etkisi vardır.
İnsanları anlama yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Sümbülteber
Vaktiyle Yeditepe İstanbul dizisini izleyenler, başroldeki Yusuf'un (Emre Kınay) Olcay'a (Zuhal Olcay, evet Olcay) şiir okuduğu bölümü hatırlayacaktır. Şiir öyle güzel, Yusuf'un Olcay'a söylenmemiş aşkı öyle sıcaktır ki şiiri tamamlayamaz. Üstüne üstlük şiiri okuduğu kitabın kapağı da yırtıktır. Yani ne ismini bilir şiirin ne de şairini. Hatırlamak isteyenler için aşağıya bırakıyorum.
Yusuf'un elinin altında internet olmadığı için bilememişti ama bu Turgut Uyar'ın Kırlardan Geliyorlar isimli şiiridir. Şöyle başlar:
"kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer"
İyi şiirin her öğesi, her objesi, elbette metaforik olsa da özünde inandırıcı olmalı. Bu katran kokusu nasıl geçer? İşte ancak bu sümbülteberle. Polianthes tuberosa denilen bu çiçek, uzaklara yayılan kokusuyla parfüm yapımında kullanılır. 17. yüzyıl Fransa'sında XIV. Louis, namıdiğer Güneş Kral, Versay Sarayı'nın bahçesine bu çiçekten yüzlerce ektirmişti. Uyar'ın şiirindeki katran kokusu gibi, o dönem sarayın hijyensizliğinden yayılan kokuları bastırmak sümbültebere düşmüştü. "Neye benzer bu çiçek?" derseniz, işte böyle bir şeydir:
Sümbülteberin bir özelliği de aşık etmesidir. Hindistan'da bu özelliğiyle kullanırlar mesela. Başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri? Severek tabii, ama daha çok sevilerek değil mi? Peki en çok? En çok da özgür olarak. Emeğinin özgür, şehrinin özgür olduğu, adeta zamandan azade yüreğinin içinde o katran kokulu kentlere mecbur olmadığını hissederek. Çünkü kırlardan gelecekler, doğanın uçsuz bucaksızlığını, güzel kokusunu ve aşık edişini hatırlatmak için. Yetişmeye çalıştığımız geri sayımları unutturmak için.
Ne diyordu şiirin orta yerinde Uyar:
"eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık"
Yırtık kitabın kapağını bulamadı Yusuf. Şairini bilemedi. Olcay'ı aşık edemedi. Yeditepe İstanbul'dan bugüne geçmiş 24 sene. Kapak bulundu, şair bilindi. Tek aşk ve doğa uslanamadı henüz. Ey güzelim sümbül ve teber, ey canım. Ona da bir çare bulunur elbet.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Cansel Elçin’den yola çıkıp František Kupka’ya varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz.
Not: Bülten aboneleri beşli çağrışım önerilerini chat üzerinden bırakabilir. Önerisi bültende yer alan aboneye atıfta bulunarak teşekkür edeceğim.
Cansel Elçin bildiğiniz gibi Fransa’dan ülkemize gelmiş bir sanatçı. Yıllar önce ilk defa Hatırla Sevgili’de izleyip sevmiştik. Ailesinin Fransa’ya gitme, Tomris Giritlioğlu’nun kendisini buraya getirme hikâyesini anlattığı kısa bir söyleşisine denk geldim:
Elçin, 2009’da Kampüste Çıplak Ayaklar isimli bir filmi hem yazdı hem de yönetti. Film karışık yorumlar aldı, bence farklı bir işti; ancak pek çok insanın aklında en çok o dönem MTV Türkiye’de yayınlanan fragmanının arkasında çalan müzikle kaldı.
Fragmanda, şimdi dağılan Kupka isimli grubun Lai Pun Lal isimli enstrümental parçası çalınıyordu. Dinlemek isteyenler buyursun:
Grubun kurucusu olan Erkin Gören müzisyen olmasının yanı sıra aynı zamanda da bir ressam. Çalışmalarına buradan ulaşabilirsiniz.
Kupka grubunun ismi de zaten Çek ressam František Kupka’dan geliyordu. 1912’den itibaren sanat çevrelerinde parlayan sanatçı, Kübizm akımının soyutlama ve parlak renkleri önceleyen bir varyasyonu olan Orfik Kübizm akımının en önemli temsilcilerinden biriydi.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Yazmak
1959 tarihli Alain Resnais filmi Hiroşima Sevgilim’i seyrederseniz, senaristi Marguerite Duras’nın nasıl farklı bir iş çıkardığını görürsünüz. Doğrusal olmayan kurgusuyla geçmişin ve şimdinin, Fransa ve Japonya’nın, savaş ve barışın, film, hayat, delilik, anı gibi gerçekliklerin iç içe geçtiği son derece orijinal bir iştir. Özgün tarzıyla Fransız Yeni Dalga sinema akımına da öncülük etmiş olan filmin senaryo dalında Oscar’a aday olduğunu da hatırlatayım. 1914 doğumlu yazarın neredeyse 80 yaşına merdiven dayamışken yayınladığı Yazmak kitabı da, tıpkı Hiroşima Sevgilim ve yazarın zihni gibi, şiirsel, karmaşık ve insancıl. Duras’nın uzun ve kısa denemelerini okuyorsunuz, evini, yazmanın onun için ne ifade ettiğini, neden yazdığını… Ölmekte olan bir sineğin tasvirini, onunla ilgili duygularını sayfalarca okuyabiliyorsunuz. Yıllar önce hayata gözlerini yummuş genç bir asker için de duyguları değişmiyor. İnsan olmaktan da yalnız olmaktan da hiç vazgeçmiyor. Daha önce yayınlanmamış bir de tretmanını okuyorsunuz. Hiroşima’yı izleyenlere tanıdık geliyor, oysa bu defa olay Roma’da geçiyor. Kısa bir kitap olmasına rağmen okuması bence kolay değil, baştan söyleyerek meraklısına öneririm.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
The Worst Person in the World
Bu yıl Cannes Film Festivali’nde Sentimental Value filmiyle Grand Prix / Jüri Büyük Ödülü’nü, yani festivalin en prestijli ikinci ödülünü kazanan Norveçli yönetmen Joachim Trier, birçok kişinin sandığı gibi Lars von Trier’in akrabası değil diyerek sözlerime farklı bir yerden başlamak istiyorum. Yazar ve yapımcı ortağı Eskil Vogt ile beraber yazdıkları ve Trier’in çektiği 2021 tarihli The Worst Person in the World, senaryo dalında Oscar heykelciğine de aday olan, çok, çok başarılı bir eser. Yönetmenin Oslo Üçlemesi’nin son ayağı olan filmimiz, 30 yaşının eşiğindeki başkarakterimiz Julie’yi ailesi ve kariyer seçimleriyle tanıtırken, seyirci olarak aşk hayatına özellikle detaylıca baktığımız bir dört yıl bağlamında neredeyse bütün film boyunca karakteri takip ediyoruz. Başroldeki Renate Reinsve Cannes’dan ödülle döndüğü bu maratonda, bize gerçek Julie’yi her haliyle, her tepkisiyle gösteriyor. Trier’in filmdeki en büyük mahareti yaptığı tempo oyunlarında. 12 bölümde anlattığı öyküsünü, birer önsöz ve sonsözle de taçlandırıyor. Dizi estetiği olarak adlandırabileceğim bir yöntemle, modern seyircinin odaklanma problemlerine ilaç olmuş. Stilize bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Tür olarak romantik dramedi deniyor, haksız olmayan bir hibrit yakıştırma. Birçok ilham kaynağı olduğu kesin ancak bence en güçlüsü Woody Allen’ın aynı adlı filminde Diane Keaton’ın canlandırdığı Annie Hall karakteri. Epizodik anlatımı, zaman atlamaları ve başkarakterin (Allen’ın canlandırdığı Alvy Singer’ın gözünden anlatılsa da filmin başkarakteri Annie’dir) her şeye rağmen bağımsızlığını öncelemesi ile bence Trier bu klasiği çok iyi etüt etmiş. Geçmişte film üzerine bir değerlendirme de yazmıştım, isteyenler buradan ulaşabilir.

Şimdi, Substack’te ve başka ortamlarda The Worst Person in the World filminin çok analizi yapıldı. Özellikle filmin ismi üzerinden, başkarakter iyi mi kötü mü, gerçekten saf iyilik ve kötülük diye bir şey var mı, aşkta iyilik ve kötülük olur mu tandansında incelendiğini görüyorum. Bir bakış açısı da ben getireyim istiyorum. Bol miktarda spoiler vereceğim için hiç bilgi almak istemeyenlerle bu noktada vedalaşabiliriz.
Filmin bence çekirdeğini, yani ana temasını söyleyerek başlayayım: İnsanın kendisinden beklenenleri yapmaması. Bence bütün film bunun üzerine kurulu. Julie’nin tıbbı kazanıp psikolojiye gitmesi, oradan fotoğrafçılığa merak salması, ancak yıllarca kitapçıda çalışması iyi bir örnek. Erkek arkadaşının çocuk beklentisine olumlu yanıt vermemesi. Babasının kendisine babalık etmekle ilgilenmemesi, sudan bahanelerle evine bile gelmemesi. anneannesinin Julie’nin makalesini okumaması. Aksel’in çizdiği provokatif karakter Bobcat’in (Kötü Kedi Şerafettin’i ne kadar da çok andırıyor) temsil ettikleriyle feminist eleştirmeni irrite etmesi, çizerin radyo programında tatmin edici bir cevap bile vermemesi. Elvind’in kanaatkarlığıyla Julie’yi deli etmesi. Julie ve Elvind’in partide tanıştıkları sahnede konvansiyonel anlamda aldatmamaları. O kadar çok örnek sayabilirim ki.. Aksel’in trajik öyküsünde Julie’nin tutumu sanırım en bariz olanı. Kazara başlayan hamileliğinin bitimindeki gülümsemesi, epilogdaki aktrisin arzu edilen oyunu verememesi de dahil, kimse beklentileri karşılamıyor. Çoğu zaman teşebbüs bile etmiyor. Film bu anlamda çok güçlü metaforlar içeriyor. Aşırı beklenti tabii ki iyi bir şey değil, ancak ahlakçı bir tutum sergilemesek bile bencil tarafımızın öne çıkması sanırım toplum olarak dikiş tutturmamızı engelleyebiliyor. Bazen o kadar yalnızca bize kadar yer oluyor ki hayatta, diğer her şey ve herkes adeta olduğu yerde duruyor (filmin meşhur sekansı gibi). Altruistik sevginin en yoğun hali genellikle annelik sayıldığından, bu alandaki metafor da bence cuk oturuyor. İşin sonunda her şeyi bencelemek, her şeyi kontrol etme isteği getiriyor, kontrolü kaybettiğimizde de yer ayağımızın altından çekilmiş oluyor. Filmin finalinin, fotoğrafların karşısında, camdan dışarı bakmayan bir Julie ile bitmesi bile anlamlı.
Yazsak sayfaları bulacak bu filmi Max platformundan seyredebilirsiniz. Öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Yine çok güzel bir pazar yazısı okudum 😌 Yaşamı vermek veya almak olarak yorumlayanların bakışındaki farklılığı Kemal Sayar bir kitabında ‘olmak' ve ‘sahip olmak' olarak yorumlamıştı. Yaşamı vermek olarak görenler olmayı seçerken, almak olarak görenler sahip olmayı seçiyor. Sonuçta dünyamızın son hali ortada. Verenler mutlu ve huzurlu. Alanlar ise hiç doymak bilmiyor.
Filmi izleyeceğim 👍🏻 teşekkürler.
Uzun zamandır şiir okumuyormuşum ne iyi geldi. Ayrıca the worst person in the world hakkındaki yorumunuza katılmamak elde degil. Olmamız gereken kişi versus olduğumuz kişi arasındaki mesafe 🫠