Kendimce Düşünceler - 43: Pembe Fil Paradoksu
Wellerman şarkısı ve ispermeçet balinaları hakkında birkaç söz. 🐋 Telgraf -> Hamilton. 🎼 Oku: "Gel Kal Bağlan - Engin Baran" 📚 İzle: "Identity - James Mangold" 🎬
Başlarken
Karakter, dış görünüş veya bağlı bulundukları klik açısından farklı gençlerin bir araya gelip birbirlerini tanıdıkları, ön yargılarını kırdıkları, farklılıklarında aynılıklar buldukları filmlerin en güzeli, 1985 tarihli John Hughes yapımı The Breakfast Club’dır. Birbirlerinden tamamen farklı (inek, sporcu, kaçık, prenses ve suçlu) beş lise öğrencisinin, ceza aldıkları için okulda geçirdikleri ve kim olduklarını anlatan bir kompozisyon yazmak zorunda oldukları bir cumartesi gününü anlatır film. Bir sürü maceradan sonra çok da uzak olmadıklarını anlayan başkarakterler, ortak yazdıkları kompozisyonda şöyle bir cümle kurarlar:
Bizi görmek istediğiniz gibi görüyorsunuz - en basit terimlerle, en uygun tanımlarla.
Şimdi, burada öznel bir bakış açısına vurgu yapılıyor, bu da alışılmadık bir şey değil. Bunun da iki nedeni var. İlki, vücudumuzun enerji canavarı olan beynimizin minimum güç harcayacak şekilde yapılandırılmış olması. Beyin zoru sevmez. O kadar sevmez ki, elindeki birkaç kelimelik bilgi zerresinin yanını yöresini varsayımla dolduruverir. Aksiyonu tespit edip düşünmeyi durdurur. Sigara paketlerinin üzerindeki uyarıların bıraktırmaktan ziyade zaten içen insanlarda yeni bir tane yakma isteği uyandırmasının sebebi de beynimizin bu şekilde çalışmasından ibaret. İkincisi ise deneylere konu olmuş bir teori ve ilk ortaya atan da ilginç. Şu önermeye dikkat edin:
Kendinizi bir kutup ayısını düşünmemeye zorladığınızda, o lanet şeyin her dakika aklınıza geldiğini göreceksiniz.
Dostoyevski’nin deneme kitabı Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları’nda geçen bu cümleyi baz alarak, yüz yıldan fazla zaman sonra sosyal psikolog Daniel Wegner bir dizi deney kurguladı ve uyguladı. Sonuçta oluşturduğu teoriye İronik Süreç Teorisi ya da usta yazarın anısına saygıyla Beyaz Ayı Problemi ismi verildi. Pembe Fil Paradoksu olarak türevini de bulursunuz. Pembe fili düşünmemeye çalıştığınızda aklınızda pembe filden başka bir şey kalmaz. Toplumların zihnine belirli kavramları çapalamak için özellikle siyasiler bunu çok kullanır. Klişeleri gerçek sanmayın.
James Bond filmlerinin taşlaması olan Austin Powers film serisinde yüzünde kocaman bir ben olan bir yan karakter vardır. Bu karakter kaderin cilvesiyle aynı zamanda baş kötü karakter olan Dr. Evil’ın organizasyonuna köstebek olarak sızacak bir çifte ajandır ve kimliğinin açık edilmemesi gerekir (İngilizce mole kelimesinin hem ben hem de köstebek anlamına geldiğini belirteyim). Austin bu yan karakteri her gördüğünde gözü karakterin yüzündeki kocaman bene takılır ve ağzından istemsizce “mole” kelimesi çıkar, köstebek olduğunu açık etmek pahasına, hem de defalarca kez. Çok komik bir sahnedir. Buradan alınacak ders, zihninizden ne geçerse, karşınıza kim geçerse geçsin; kendi aklınızın içinden çıkın. Düşüncelerinizi özgür bırakın, onlar gidecekleri yolu bulurlar. Karşınızdakini stereotiplere koymayın, kolay olsa da yapmayın. Bırakın o size kim olduğunu tanıtsın, siz yalnızca dinleyin. Kulak vererek dinleyin.
Basmakalıplardan kurtulma yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Heyamola Hey
İskoç şarkıcı Nathan Evans'ın 2020'nin sonunda TikTok'ta meşhur ettiği bir heyamola var (heyamola kelimesini cümle içinde kullandığım için bir alkış). İsmi Wellerman. Hemen alttan dinleyebilirsiniz.
Sözlerine dikkat etmeyince insan korsan şarkısı sanıyor ama aslında bu eski bir Yeni Zelanda baladı, konusu da bizim buralardan bakınca bayağı tuhaf. Wellerman, Yeni Zelanda'da balina ticaretini başlatan İngiltere uyruklu Weller Kardeşler tarafından finanse edilen gemilere verilen isim. Şarkının nakaratını hatırlatayım:
Soon may the Wellerman come / To bring us sugar and tea and rum / One day, when the tonguin' is done / We'll take our leave and go
Yani Türkçesi
Yakında Wellerman gemileri gelebilir / Bize şeker, çay ve rom getirmek için / Bir gün kesim işi bittiğinde / İznimizi alıp gideceğiz
Avustralya ve Yeni Zelanda'da balina avcılığını teşvik eden ve onlarca balina kesim merkezi açan bu insanlar, balina yağı ve etine karşılık işçilere ödemelerini genelde şarkıda anlatıldığı gibi dayanıklı gıda malzemeleri ile yaparlardı. Tonguin' (kesim işi) dedikleri iş ise kelimenin tam anlamıyla avlanan balinayı dilimlemek demek, dolayısıyla şarkıyı söyleyen işçilerin bu pis işi bitirip bir an önce haklarını alıp gitmek istemeleri normal. Weller Kardeşler tabii çoktan tarih oldu, Uluslararası Balinacılık Kurumu (IWC)'nun 1982 tarihli moratoryumuyla Yeni Zelanda da dahil olmak dünyadaki çoğu ülke ticari balina avından vazgeçti. Yüzyıllar boyu yaşayan bir memeli ve aynı zamanda dünyanın en zeki hayvanlarından biri olan balinaları ticari amaçla avlamaya devam eden ülke listesinde, yalnızca ironik olarak gelişmişlik düzeyleriyle övgülere mazhar olan Japonya ve Norveç kaldı (2006'dan beri İzlanda da onlara eklendi). Böyle gelişmişlik de olmaz olsun.
Tarih boyunca en çok avlanan balina türlerinden biri ispermeçet balinaları veya diğer ismiyle kaşalotlar (yukarıda fotoğrafı var). Kendi türü arasında fonetik alfabe ile konuşabildiği keşfedilen bu tür, orkalar ile birlikte okyanusların en yırtıcı iki balina türünden birisidir. Tüm detaylarını uzun uzun anlatmayacağım ama bu canlının en önemli özelliğinin 2250 metreye kadar derinlere dalabilmesi ve o derinlikte 2 saate kadar su altında kalabilmesi olduğunu söyleyebilirim. Böyle derinlere daldıktan sonra ispermeçet balinalarının üzerlerinde yara izleri ile su yüzeyine çıktığı gözleniyor. İnsanın aklına, acaba bu kadar derinlerde ne var sorusu geliyor. Kavgaları gözle görülmemiş olsa da en iyi tahminimiz dev mürekkep balığı. Başka? Bu dev canlıyı böyle hırpalayan kim olabilir, tabii canlıların en yırtıcısı olan insandan başka?
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta telgraftan yola çıkıp Hamilton’a varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz.
Not: Bülten aboneleri beşli çağrışım önerilerini chat üzerinden bırakabilir. Önerisi bültende yer alan aboneye atıfta bulunarak teşekkür edeceğim.
27 Temmuz 1866’da Atlantik okyanusunu aşan ilk kalıcı telgraf hattının döşenmesi tamamlandı. 100 yıl devrede kalan bu hattı, günümüzde okyanusların altından geçen ve dünyayı birbirine bağlayan fiberoptik kabloların atası diye düşünebiliriz.
Her ikisi de dönemin Britanya İmparatorluğu’na bağlı olan İrlanda’daki Valentia ile Kanada’daki Newfoundland arasına çekilen telgraf hattı aslında üçüncü denemeydi. Okyanusun en dar ve düz aralığı olan 2500 kilometrelik bu iki uç arasına ilk hat 1858’de çekilmişti. Bu hattan geçen ilk önemli mesajlar da İngiltere Kraliçesi Victoria’ya ve kendisinin anaç tebrik mesajına saygılı bir cevap veren Amerikan Başkanı James Buchanan’a aitti.
Kraliçe Victoria döneminde Britanya’ya “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” deniyordu, çünkü sömürgeci siyasetleri dolayısıyla tüm dünyada toprakları vardı ve diğerlerinde gece olsa da illa birinden birinde gündüz oluyordu (düz dünyacılar şokta).
ABD ve İngiltere’nin arasında 1812 Savaşı’ndan beri devam eden sessiz gerginliği bu telgraf mesajlarının yumuşattığı söylenir. 1812’de ABD’nin başında, bağımsızlık bildirgesinde de imzası olan James Madison, İngiltere’nin başında ise Victoria’nın dedesi III. George vardı.
Yukarıdaki videoda III. George’un ağzından dinlediğimiz You’ll Be Back şarkısı Lin Manuel-Miranda’nın yazdığı ve başrol oynadığı Broadway müzikali Hamilton’dan bir parça. Amerika’nın kuruluş öyküsünü anlatan bu rap müzikali yıllarca kapalı gişe sergilendi.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Gel Kal Bağlan
Ülkemizin pazarlama ve marka yönetimi konusunda yetiştirdiği en önemli uzmanlardan olan Dr. Engin Baran, kitabı Gel Kal Bağlan’da stratejik insan kaynakları alanında gerek teorik bilgi gerekse de kendi deneyimleriyle harmanladığı bir eser veriyor. 2016 tarihli kitap, pandemi öncesi yazılmış ve Y kuşağının firmalarda orta seviye yöneticiliklere yükseldiği döneme denk geliyor. Şu an kopan Z jenerasyonu fırtınasının bir benzerinin o dönem Y jenerasyonu için de yaşandığını hatırlamak ilginç oldu. Kitabın Engin Hoca’nın esprili dilinden çıkan ilk yarısı oldukça ilgi çekici, kendisinden eğitim alanlar ince düşünce biçimini, kitabın kapağında da yer alan “işin perde arkası” kavramını nasıl dürüstçe açıkladığını hemen anlayacaklardır. İkinci yarıda ise Türkiye’nin en büyük firmalarından altı tanesinin (bankacılık, telekomünikasyon, ilaç, elektronik, enerji ve otomotiv olmak üzere hepsi de farklı sektörlerden) işveren markası ile ilgili nasıl yol kat ettiklerini, firmaların bu projelerini bizzat yürüten kişilerin kaleminden okuyoruz. Kitabın ilk yayınlanışından itibaren geçen dokuz yılda dünya farklı bir yere dönüşse de, firmaların her zaman en iyi çalışan adaylarının dikkatini çekmeye ihtiyacı var. İnsan kaynakları, özellikle de bu alanın pazarlamanın genelgeçer yöntemlerinden faydalandığı işveren markası alanında çalışan, kendini geliştirmek isteyen herkese öneririm.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Identity
2003’te, yani ilk çıktığı dönemde sinemada izlediğim bir filmi Netflix’te görünce tekrar ziyaret ettim. Sizlere de öyle oluyor mu bilmem ama, aradan geçen sürede birçok filmin veya kitabın genel kurgusunu, vurucu sahnelerini, düğüm noktalarını hatırlasam da, eserin olay örgüsünü sanki ilk defa görüyormuş gibi oluyorum. Identity’de de aynı duyguları yaşadım. 90 dakikalık süresiyle gönüllerde taht kurdu, daha önce de söyledim, yeni filmlerin çok uzun olmasını çok sıkıcı buluyorum (istisnalar hariç). Konusu tek cümleyle: Fırtınanın yolları kapattığı bir gecede, 10 yabancı bir motelde buluşur (bu kadar yazayım, sürprizi kaçmasın). Gerilim ve gizem türlerinde olan filmde oyuncu yönetimi çok iyi. Zaten yönetmen James Mangold ne çekse, kimle çekse izlenir, en iyi işi herhalde 2018 tarihli Logan’dır. Başrol John Cusack, ne oynasa izlenir, onun da en iyi işleri bence 1989 tarihli Say Anything (müzik setini havaya kaldırdığı meşhur sahnesiyle) ve 2000 tarihli Nick Hornby uyarlaması High Fidelity’dir. Usta aktör Alfred Molina’yı da bir yan rolde izlemenin keyfini yaşıyoruz. Çabuk akan, gizemini iyi saklayan bir yapım Identity. 2000’li yılların filmi havasını da sonuna kadar veriyor. Türün meraklılarına öneririm.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız kalp simgesine (❤️) tıklayarak beğenilerinizi gönderebilir, bültenin hemen altına yorum ekleyebilirsiniz (💬). Paylaşmak isterseniz restack butonunu kullanarak (🔁) ve aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋