Kendimce Düşünceler - 48: Yaşadım Diyebilmen İçin
Küçük anların soru arayıcısı. 🔍 Hayatınız yağmurlu mu? 🌦️ Sinemaya da uyarlanmış 5 tiyatro oyunu. 🎭 Oku: "Beş Sevim Apartmanı - Mine Söğüt" 📚 İzle: "Furiosa: A Mad Max Saga - George Miller" 🎬
Başlarken
Kendimce Düşünceler’in ikinci sezonunun dördüncü sayısından herkese merhaba! Hayatın içinde dikkatimizi vermezsek fark etmediğimiz küçük anlar var. Her sayıda bu küçük anlara dikkat kesilip, bunların çağrıştırdığı soruları arıyorum. Bakış açınızı iki haftada bir bu şekilde genişletmek hoşunuza gidiyorsa, bu yayına abone olmanızı çok isterim. Her zamanki gibi sevgi ve şans yanınızda olsun. 🍀
Romalı Stoacı filozof Seneca, bundan neredeyse iki bin yıl önce kaleme aldığı Yaşamın Kısalığı Üzerine isimli denemesinde, asıl önemli olanın dolu dolu yaşanmış bir ömür olduğunu anlatmak için bir deniz yolculuğu metaforunu şöyle kullanır:
Güçlü bir fırtınanın limandan koparıp oradan oraya sürüklediği veya farklı yönlerden esen çılgın rüzgârların etkisiyle aynı yerde dönüp duran bir adamın, uzun bir deniz yolculuğu yaptığını düşünmenin ne anlamı var? Uzun bir deniz yolculuğu yapmadı, sadece uzun süre fırlatıldı durdu.
Seneca, Roma’nın en karışık dönemlerinden birinde, milat sonrası Sezarlarını sırasıyla Augustus, Tiberius, Caligula, Claudius ve Neron olmak üzere görmüş bir hatip. Zenginlik içinde yaşamış, ancak Mutlu Yaşam Üzerine isimli denemesinde de söylediği gibi, zenginliğiyle ne övünmüş ne de bu durumu gizlemiş, değişken ve her an kaybedilebilecek bir özellik olduğunu bilmiş. Bir süre öğretmenliğini ve danışmanlığını da yaptığı Neron’un yanından ayrılıp kendini iyice felsefeye verdiği sıralar, bir komplo sonucu ölüme mahkûm olan, bunu da Stoacılara özgü bir tür ölüm kabullenişi ile karşılayan güçlü bir ruh. Şans ile gelen maddi-manevi kazancın erdemli olduğuna inanmasa da, şimdi buradan bakınca kötü şans ile kaybettiği şeyler olduğu görülüyor. Elbette bu da erdemsizlik değil.
2007 tarihli The Man From Earth filminde başkarakter John Oldman (soyada dikkat), profesör olarak çalıştığı üniversitedeki meslektaşlarına veda ettiği bir gün ortaya çıktığı üzere, doğrusu tek mekânda geçen film boyunca enine boyuna tartışıldığı üzere, Yontma Taş Devri’nde dünyaya gelmiş ve genetik bir anomali dolayısıyla 14 bin yıl hayatta kalmayı başarmış biridir. Kanıt göstermesini isterler, ancak oradan oraya geçen uzun bir ömürde yanında herhangi bir hatıra eşya taşıyamadığından bahseder. Sahip olduğumuz eşyalardan fazlasıyız.
Semavi dinlerdeki tufan öncesi atalardan biri kabul edilen, Nuh’un dedesi Metuşelah’ın 969 yıl yaşadığına inanılır. California’da ismini bu uzun ömürden alan bir ağaç var. 4857 yıllık yaşam süresiyle, dünyanın en yaşlı ağacı. Heybetli bir fotoğrafı aşağıda.
Şimdi, bu örneklerden ne çıkarmak gerekiyor? Yaşamın kendisi değerli bir armağan. Bu yaşamı nasıl geçireceği yüzde elli insanın kendi tercihlerine, yüzde elli de şansa bakıyor. Mühim olan, içten içe hissettiği kendi yaşam planına uyması. İmkânı varsa bir nesil bırakması, karşılık beklemeden sevgi ve mutluluk vermeyi tatması. Hiç yoksa toprağa bir çekirdek serpmesi, bir su vermesi. Şairin dediği gibi:
Böylesine sevilecek bu dünya
”Yaşadım” diyebilmen için…
Anlamlı bir yaşam yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Yıllar önce, kendi yaşamına dönüp bakmak üzerine yazdığım bir küçürek öykücük. Buyurunuz:
Hayat Güzel, Sadece Elleri Üşüyordu
“Yine o uçtuğun rüyayı görsen,” dedi. Parmaklarıyla sehpaya üç defa dokundu, ardından söylediğini yineledi. “Görsen keşke,” demedi. “Görsene!” diye buyurmadı. “Görsen nasıl olurdu?” diye sormadı. Görsem şaşıp kalmazdım, belki tekrar anlatırdım, bu defa başka türlü uçardım. Ellerini izliyordum, pütürlüydü, kaba sabaydı. İnsanın elleri yüzündeki çizgilerden az mı yaşardı? Onu tanıyalı seneler olmuştu, onun beni tanıdığına eşit ama sanki daha çok o yaşlanmıştı. Dışarısı ince ince yağıyordu. Ne tuhaf, yağmur yıllar önce de aynı bu şekilde düşüyordu. Bulutlar ve damlalar kaldırımda çıkan silüetimi odaksızlaştırıyordu. Az önce aynaya baktım, bulanıktı. Galiba yanlış gözlüğü takmışım. Kapıya üç kere vurulmuştu, uzaklardan sesler duyulmuştu. Gözlerimi açtım. O var mıydı? Ceplerimi yokladım, ceplerim yerindeydi. Yakam kavuşmuyordu, bu beni belli belirsiz rahatlatıyordu. “Kim bilir,” dedim. Gözlerim ağrırken cümleleri uzatmaya gücüm yetmiyordu. Yalnızca olacaklara seviniyordum. Kalbim vurunca, bazen kaşını gözünü yarsam da yaşadığımı hissediyordum.
Beşli Liste
Tiyatro ve sinema, dramatik yapıları benzese de farklı maharetlerin konuştuğu sanatlar. Tiyatro, tabiri caizse aktörlüğün er meydanı, sinema ise çok net bir yönetmenlik sanatı. Peki yazar? Tiyatroda da sinemada da aslan payının en az yarısını alması gereken kişi esasında yazardır. Yazarın eseri türler arası gezinebilir ve uyarlanabilir. Hollywood’daki yazarlar grevi döneminde gördüğümüz gibi, yapay zekâ ile bu işin yürümesi imkânsızdır. Bu sayıdaki beşli listeyi, film uyarlaması da olan ve ülkemizde tiyatro oyunu olarak sergilenmiş unutulmaz eserlere ayırdım (İsimlerine tıklayarak film uyarlamalarının IMDB sayfalarına da ulaşabilirsiniz).
1. Equus (Küheylan) - Peter Schafer: İngiltere’de küçük bir kasabada yaşayan, çalıştığı ahırdaki atlardan altısını kör eden 17 yaşındaki başkarakter Alan Strang’i inceleyen bir psikiyatrist, Alan’ın Equus ismindeki yağız ata saplantısını fark ediyor.
2. Inherit The Wind (Maymun Davası) - Jerome Lawrence: 1925, Tennessee. Yasak olmasına rağmen öğrencilere evrim teorisini anlatan lise öğretmeni John Scopes, hakkında açılan kamu davasında usta avukat Clarence Darrow tarafından ateşli bir biçimde savunuluyor. Film uyarlamasında Spencer Tracy müthiş.
3. Incendies (Yanık) - Wajdi Mouawad: 1975-1990 arasında yaşanan Lübnan İç Savaşı’nda başlayıp Kanada’ya kadar uzanan acı bir vasiyeti anlatıyor.
4. Flowers For Algernon (Algernon’a Çiçekler) - Daniel Keyes: Piyes olarak yazılmamış bir bilim kurgu eseri, ancak çok defa başarıyla sahneye uyarlandığı için aldım. IQ skoru 68 olan 37 yaşındaki çiçekçi Charlie Gordon’ın, Algernon isminde bir laboratuvar faresinin zekâsını dahi düzeyine geliştiren yeni bir bilimsel yöntemin ilk insan deneği olmasını konu ediyor.
5. Zengin Mutfağı - Vasıf Öngören: Bir köşkün mutfağında, iyi niyetli ancak sınıf bilincinden yoksun bir biçimde aşçılık yapan başkarakter Lütfü Pehlivan’ın, 15-16 Haziran 1970 mitinglerinin odağında yaşadığı değişimi anlatıyor.

Okuduklarım
Her sayıda, okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Beş Sevim Apartmanı
Akran tavsiyesi üzerine kitap okuduğum enderdir. Ancak fikirlerine değer verdiğim genç bir arkadaşımın “Bir oturuşta bitirdim,” demesi üzerine, daha önce hiç kitabını okumadığım Mine Söğüt’ün bu eserine bir cumartesi öğleden sonrası başladım ve gerçekten de birkaç saat içinde tamamladım. 2003 tarihli kitap roman türünde, ancak adeta bir kısa öyküler bileşkesi desem yeridir, çünkü sırayla anlattığı karakterlerin her birinin öyküsü kendi içinde bütünlüklü bir başlangıç ve sona sahip. Temaları ortak. Hepsi dışlanmış, bir şekilde doğa üstüyle ilişkilendirilmiş bireyler. Anlatımı kentli masalcı diyebileceğim bir tarzda. Bu yıl okuduğum Latife Tekin romanı Berci Kristin Çöp Masalları’nın havasını aldım. Beş Sevim Apartmanı’nın, diğer eserlerini okumamış olsam bile tahminen yazarın da, alametifarikası sürükleyicilik. Bunun da nedeni sanırım, yazarın ana duyguya hizmet etmeyen cümleleri eleme başarısında. Kitabı tam oturan bir kıyafet gibi düşünebiliriz. Öneririm.

İzlediklerim
Her sayıda, izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Furiosa: A Mad Max Saga
Bazı yönetmenlerin potaniyelinin sınırı yok. Nereye koysan oluyor. Teknoloji ne kadar gelişirse, hayallerini o kadar güzel beyazperdeye döküyorlar. George Miller’a bakın. Genç bir sinemacı olarak iki Mad Max filmi çekiyor, post-apokaliptik Avustralya çöllerinde geçen bir dünya kuruyor. Sonra gidiyor, çoban köpeği olmak isteyen bir domuzcuğun (Babe) maceralarını anlatıyor. İki Neşeli Ayaklar filmi çekiyor, biriyle de animasyon film dalında Oscar ödülü alıyor. Yirmi yıl sonra çocuk filmleri çekmeyi bırakıp Mad Max: Fury Road ile seriye geri dönüyor ve çölde geçen bitmeyen takip sekansı ile sinema tarihine damgasını vuruyor. 2015 tarihli Fury Road bence içine bulunduğu on yılın en iyi filmlerinden biriydi. Miller, o filmden sonra hem de çoğunluğunu İstanbul’da çektiği büyülü yapım Three Thousand Years of Longing’de kısa bir mola verip, yine kendisini var eden seriye geri dönüyor ve Fury Road’da tanıştığımız Furiosa karakterinin başrolde olduğu bir prequel’e imza atıyor. Detayına geçmeden ilk filmin alevli gitarcısını da aşağıdaki kısa video ile hatırlatayım.
Max’in yokluğunda, ilk filmdekinden daha genç, daha sert ve tutkulu bir Furiosa var burada. Petrol, kurşun ve tarım derebeylerinin güç dengeleri, buradaki dengeye ortasından dalan motosiklet çeteleri (başlarında alışılmadık bir Chris Hemsworth), bir intikam ve bir de aşk öyküsü var filmde. Orijinal dünyalar yaratmak gibi zor bir işi bu seriyle iki defa başarmış Miller. Görsel efektlerin de yardımıyla serinin bu yeni filmleri çok daha görkemli, daha net ve derinlikli. Epik aksiyon filmlerini sevenler başta olmak üzere mutlaka öneririm. 2024 tarihli yapımı TV+ ve Apple TV’den izleyebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, iki haftada bir pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız kalp simgesine (❤️) tıklayarak beğenilerinizi gönderebilir, bültenin hemen altına yorum ekleyebilirsiniz (💬). Paylaşmak isterseniz restack butonunu kullanarak (🔁) ve aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋






Ancak fırsat bulup okuyabildim. Çok keyif aldım. Teşekkürler
"Flowers For Algernon (Algernon’a Çiçekler)" ne zamandır listemde olan ama unuttuğum maddeler arasındaydı... sayenizde hatırlayıp şimdi yeniden izleyeceğim