Kendimce Düşünceler - 7: Pastiş, Kolaj ve Homaj
Picasso, Miró ve İspanya tarihine kısa bir bakış 🎨 Hayata anlam katmak için çok çalışmak mı aylaklık etmek mi? 💼🥱 Oku: Anne Ben Düştüm Mü? 📚 İzle: The Holdovers 🎬
Başlarken
Postmodernizmin birçok eleştiri ve iddiasının içinde sanırım sinema ve edebiyata en çok etki edeni, özgünlük fikrine meydan okumasıdır. Bunun için üç teknikten bahsetmek olası: pastiş, kolaj ve homaj (Öztürk Serengil olsa “kel kelaj nikelaj” diye ekleme yapardı diyerek muzipçe göz kırpmak isterim).
Pastiş, bir sanat eserinin veya bir fikrin, kendinden önceki bir kaynağı taklit ederek yeniden canlandırması demektir. Sinemada bu tekniği Quentin Tarantino çok kullanır. Örneğin Kill Bill Vol.1 filmi 1970’lerin yakın dövüş filmlerinin, Kill Bill Vol.2 ise spagetti western’lerin (Sergio Leone’nin başını çektiği, alışıldık western filmlerine göre çok daha kanlı olduğu için ismi genellikle ketçapla yenen spagettiye bir gönderme olan nefis alt janr) pastişidir.
Kolaj, farklı materyallerin bir araya gelerek yeni bir kompozisyon yaratmasıdır. Bu anlamda resimde daha çok öne çıksa da, doğrusal olmayan anlatı, yine Tarantino’dan örnek verirsek Pulp Fiction filminin üçe bölünmüş ve farklı sırada kurgulanmış olması iyi bir örnek olabilir. Edebiyattan bir başka örnek olarak ise Seth Grahame-Smith’in 2009 tarihli romanı (daha sonra filme de uyarlanmıştı) Pride and Prejudice and Zombies’te, Jane Austen’ın klasik eserine zombi öğeleri ekleyerek yaptığı harika parodi sayılabilir.
Homaj, bir sanat eserinin kendisinden önceki bir esere veya sanatçıya bariz bir gönderme ve saygı duruşu yapmasıdır. O kadar çok vardır ki hepsini saymaya sayfalar yetmez ancak ilk aklıma gelen Brian de Palma’nın yönettiği The Untouchables filminde tren istasyonundaki çatışma sahnesinde, merdivenlerden aşağıya inen bebek arabasının, Sergei Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı filminde savaşın ortasında Odessa merdivenlerinden inen bebek arabasına bariz bir gönderme olmasıdır (İlk filmdeki meşhur sahneyi aşağıya bırakıyorum, ancak şiddet sahnelerinden rahatsız olabilecekler için uyarı yapmış olayım).
Hayatımızı yaşarken de her alanda aslında sıklıkla bu üç tekniği kullanıyoruz. Yalnızca ortaya koyduğumuz eser kendi yaşantımız, esinlendiğimiz kaynaklar ise bizden önce yaşamış olan ailemiz ve atalarımız oluyor. Çoğunlukla Gülseren Budayıcıoğlu’nun kader motifi dediği şekilde, birebir kendi ebeveynlerimizin tavır ve davranışlarını taklit ederek bir nevi pastiş yapıyoruz. Sağdan soldan aldığımız bilgilerle kendimizce bir düstur edinerek kolaj yapmış oluyoruz. Elimizden geldiği ölçüde de atalarımızı onurlandırıyoruz, yani homaj yapıyoruz; ailemizin kullandığı ilginç bir tabiri telaffuz ederken gülümsüyoruz örneğin. Taklit, bizim kendi özgün sesimizi bulmamız için ilk basamağımız oluyor. Benim için bu haftalık bülten, beslendiğim birçok kaynaktan süzerek ortaya yeni bir bilgi çıkarmak için bir fırsat. Bu yolculukta eşlik ettiğiniz için sizlere çok teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta https://utkucevre.com.tr web sitesinde yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Bu bültenin yayınlandığı sırada İzmir’de iki güzel sergi var. Bültenin başında postmodernizmden sözü açtık ancak sergilerin teması 20. yüzyılın iki büyük modernist ressamı Pablo Picasso ve Joan Miró. İmkânı olanların mutlaka ziyaret etmesini önereceğim sergilerden yola çıkarak, İspanya doğumlu iki ressamın ortak özelliği olan cumhuriyetçilik ve savaş karşıtlığına da dikkat çekerek, 1975’e kadar dikta rejimi ile yönetilen İspanya’nın çalkantılı tarihine de yer verdiğim İzmir'de Modernizm ve İspanya Tarihi isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.

Otis Redding’in (Sittin' On) The Dock of the Bay şarkısından yola çıkarak, sanayi devriminden itibaren düşünürlerin üzerine kafa yorduğu çok çalışma / aylaklık etme ikililiğine değinen bir yazı kaleme aldım. Genellikle aylaklık, gamsızlık ve duyarsızlıkla bağdaştırılır. Hatta edebiyatta bunu temsil eden bir tipleme bile vardır: Lüzumsuz Adam. İlk defa Ivan Turgenyev’in Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü isimli eserinde ortaya çıkan bu tiplemenin en iyi örnekleri herhalde Albert Camus’nün Yabancı romanındaki baş karakter olan Meursault ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki baş karakter olan Bay C’dir. Oysa Bertrand Russell’a göre aylaklık edecek vakti olmayan insan yaratıcı olamaz, yeni düşünce üretemez. Bütün bunlarla birlikte 21. yüzyılı etkileyebilecek yeni bir sosyal sınıfa da değindiğim Aylaklığa Övgü isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.

Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ekolünden Türk yazını için önemli bir isim Prof. Beliz Güçbilmez. Özellikle tiyatro teorisi üzerine yeni kavramlar geliştirmiş, son olarak da kendi geliştirdiği bir kurmaca okuma/yazma metodu olan manyetik alan metodu ile öne çıkmış bir hoca. İlk atölyelerine benim de katılma şansım oldu, entelektüel olarak son derece önde ve doyurucu olduğunu söyleyebilirim. "Anne Ben Düştüm Mü?" isimli incelemesi de atölyelerde değindiği bazı kavramları detaylandırmakla birlikte aslında daha önemli olan ve tam olarak kitabın alt başlığında geçtiği gibi, "Kurmacalara Neden Muhtacız?" ve "Kurmaca-Gerçek İlişkisi" sorularına/konularına cevap arayan bir uzun deneme. Özellikle Antik Yunan tragedyasının kökleri, Aristo'nun açıkladığı ve Platon'un eleştirdiği anlamda poetika ve daha büyük kapsamda kurmaca, doğrusal/çembersel zaman diyalektiği olarak sıralayabileceğim başlıklarda perspektifinizi genişletmenizi sağlayan bir eser. Bu eser özelinde şunu önerebilirim, tabii ki edinin ve okuyun, ancak imkânınız varsa bir de Storytel'den dinleyin, zira kitabı başarıyla seslendiren kişi de yazarından başkası değil; Beliz Hoca'nın bir dersine katılmış gibi olursunuz. Dili akıcı, olması gerektiği kadar da ağdalı; kelimelerin köklerine meraklı, dipnotlardan taşan bilgilerle, alıntılarla bezeli çok dolu bir kitap. Yaratıcı yazarlık, edebiyat teorisi meraklıları kesinlikle okumalı, öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Günümüz Amerikan sinemasında minimalizmi hakkıyla temsil eden iki yönetmen var. İlki Wes Anderson, ikincisi ise bu haftaki bültende bahsetmek istediğim The Holdovers filminin de yönetmeni olan Alexander Payne. Sinemada minimalizm en temel anlamıyla minimum kamera hareketi demektir, konuya geçmişte daha geniş değindiğim bir blog yazısına buradan bakabilirsiniz. Payne genellikle kendi filmlerinin senaristliğini de yapan, hatta bu alanda Sideways ve The Descendants filmleriyle iki de Oscar ödülü kazanmış bir usta. Filmlerinde insan ve aile ilişkileri, dışarıda/geride kalma, yolculuk ve varoluşçuluk temalarını sıklıkla işler. Özellikle bu geride kalma konusuna takıntı düzeyinde yer verdiğini düşünüyorum. Çok insana has bir duygudur, modern psikolojide bunun bir ismi bile var: FOMO (Fear of Missing Out). Özellikle hep çevrimiçi ve ulaşılabilir olma hali, sosyal medya ile birlikte herkesi bir şeyler kaçırdığı korkusuyla başbaşa bırakmışken, Payne’in filmleri bu bakımdan insanın bam teline dokunur. Gelin görün ki The Holdovers yönetmenin genellikle tercih etmediği biçimde bir başkasının (David Hemingson) senaryosu. Hem de yine genellikle tercih etmediği biçimde günümüzde değil 1970 yılında geçiyor. Ancak bence yönetmenin en iyi filmi, ki bu büyük bir iddia, çünkü hangi filmi çekse izlenir diyebileceğim bir yetenekten bahsediyoruz.

Vietnam savaşında kaybedilen genç bir mezunun gölgesinde Noel tatiline giden Amerika’nın köklü (1797’de kurulmuş) yatılı okullarından birinin eşrafı, geride çeşitli sebeplerle ailelerinin yanına gidemeyen beş öğrenci ve başlarına muhteşem Paul Giamatti’nin canlandırdığı aksi ve gelenekçi bir öğretmen bırakır. Şimdi bu, okuldaki idealist öğretmen alt türü iki çeşide ayrılıyor. İlki düşük gelir grubunun ağırlıkta olduğu bir okulda, uyuşturucu vb risk altında olan öğrencileri müzikle, sporla, edebiyatla kurtarma üzerine Dangerous Minds, Coach Carter, Freedom Writers, hatta Larry Crowne gibi filmler. İkincisi ise hepsinin babası zengin ve kendileri de köklü geleneği olan bir okula devam eden öğrencilerin kendilerine has problemlerini anlayan bir öğretmenin onlara kişilik kazandırması üzerine Dead Poets Society, The Emperor’s Club, hatta Al Pacino’yu bir mentor gibi düşünerek Scent of a Woman’ı da dahil edebileceğimiz filmler. The Holdovers ikinci anlattığımın tipik bir örneği, ancak karışıma bir de bu rolle Oscar kazanan Da'Vine Joy Randolph’un canlandırdığı acılı anneyi ekleyerek farklılaşıyor ve tamamı erkeklerden oluşan okul ortamını bir tür işlemeyen aile komedisine eviriyor. Senaryoda geçen her olay, karakter gelişimine hizmet ediyor, adeta textbook diyebilirim. Sonuçta da ortaya çok lezzetli bir yemek çıkıyor. 2023 yapımı filmi an itibariyle Turkcell Tv+ platformundan izleyebiliyorsunuz. Öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, bültene ücretsiz abone olmak için aşağıya e-posta adresinizi yazmanız yeterli.
Beğenmeniz, yorum yapmanız ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla bülteni paylaşmanız da beni ayrıca mutlu eder.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋