Kendimce Düşünceler - 19: İsmiyle Müsemma
All-Star yaklaşırken spor, savaş ve kardeşlik üstüne bir öykü 🏀 David Lynch: Bazen tarz değiştirmek başarı getirir mi? 🎥 Oku: Denemeler 📚 İzle: Clickbait 🎬
Başlarken
İsmiyle müsemma diye bir tabir var bilirsiniz. Karakteriyle veya dış görünüşüyle adı uyuşan demektir. Adı üstünde, derler ya hani. Bu tabiri duyunca aklıma hep, Her Şey Çok Güzel Olacak filminde, Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Altan karakterinin tekinsiz bir sokakta, torbacıdan hap aldığı sahne gelir:
Altan: Adı ne abi bunun? Torbacı: (Yüzüne bakmadan) Hüseyin.
Altan: Hapın, hapın. Torbacı: Oğlum kafan kıyak mı senin? Üstünde yazıyor ya, okusana!
Evet, üstünde ismi yazan nesnenin ne olduğunu biliriz. Çocuklar en çok kelime hazinelerinde olmayan, ismini bilmedikleri nesneleri anlatmakta zorlanırlar. Yanlış öğrenmesinler diye fazladan çaba gösteririz, bazen çocuğumuzdan önce kendimiz öğreniriz. Hayatın içinde ismini bilmeden kullandığımız her bir eşya parçacığının tanımlanması, onu ilk defa gören genç bir dimağ için esastır. Bir Demet Tiyatro’nun bir bölümünde vardı. Yediği lezzetli yemeğin ismini öğrenmek isteyen aile babası, “Kıymalı patates,” cevabını alınca, hayretle “O nedir?” diyordu. Ona göre isimsiz bir yemek, yemek değildi. Markete gidip alışveriş sepetine koyduğumuz makarnanın ismi üzerinde yazıyor. Ne satın aldığımızı ve ne yiyeceğimizi biliyoruz. O yüzden diyorlar ya, gıda ürünü alırken paketin arkasını çevirin ve içindekilere bakın, adını ya da anlamını bilmediğiniz bir içerik görürseniz o ürünü almayın. Şimdi insanlara geçersek, ürün bize gelene kadar çalışan ancak görmediğimiz çiftçinin, toplayıcının, fabrikadaki işçinin, nakliyatçının, depo görevlisinin adını tek tek bilemiyoruz tabii. Bir insanın hatırlayabileceği, anlamlı ilişki kurabileceği kişi sayısı belli. Ödeme yaptığımız kasiyerin adıysa bazen yaka kartında yazıyor değil mi? Peki bu adı okuyor muyuz? O kişi ismiyle müsemma mı? Karakterlerini de bildiğimiz arkadaşlarımız, adlarıyla uyumlu bir kişilik sergiliyor mu? Adımızı vermek, ismimizi bahşetmek gibi ifadelerden de anlayacağımız gibi isimlerin bir sihri, bir ağırlığı vardır. Bir şey daha sorayım. Biz kendimiz ismimizle müsemma mıyız? Tutarlı mıyız? Hayat amacımızı sezmemize, hayal kurmamıza izin verecek ölçüde kendimizi tanımaya çalışıyor muyuz? Yoksa öylesine yaşayıp giderken Gönül Yarası filminin sonlarında Şener Şen’in attığı tirattaki gibi hepimiz hayallerimizin kurbanı mı oluyoruz? Ne demişti oradaki başkarakter Nâzım?
“Benim adım niye Nâzım, senin Piraye, ağabeyinin Memet... Niye?”
Kendimce Düşünceler haftalık bülteninin adını koyarken, Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler isimli eserine atıfta bulunmak istediğimi daha ilk sayıdan iletmiştim. Kendimize ve yaşamaya dair düşüncelerimizi paylaşmayı, bu kolektif anlama çabasını değerli buluyorum. İsmiyle müsemma bir hayat yolculuğunda yanınızda olmasından keyif aldığım Kendimce Düşünceler bültenini okuduğunuz için tekrar teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
NBA’deki milli gururumuz Alperen Şengün bildiğiniz gibi bu yıl All-Star seçildi. Ligdeki 500 oyuncunun en iyi 24’üne layık görülen bu onurlandırma artık spor hayatı boyunca isminin önünde yer alacak. Bu seçimin şerefine, Alperen’in NBA yolundaki taşları dizen adımlara oldukça gerilerden, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden kurulan Yugoslavya’dan başlayarak, 1987’de FIBA U19 Dünya Şampiyonası’nı kazanan genç takımın akıbetini ve Soğuk Savaş sonrası dağılan ülkeden geriye kalanları kardeşlik metaforu üzerinden anlatmak istedim. Spor da tıpkı hayat gibi, bazen acı. “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar” demiş ya Zülfü Livaneli şarkısında, eloğlu olarak bizleri bu unutulmaz öyküden haberdar etmek için kaleme aldığım Kardeş Gibiydiler yazısını okumak için buraya tıklayın.
Hayır, Village People grubu değil. Avrupa basketbolunun 1980’lerden iki devi (2.21 boyunda oldukları için benzetme de değil, gerçek) Arvydas Sabonis (solda) ve Vladimir Tkachenko (sağda). Herhalde çağdaş dönemin en adanmış sürrealist yönetmeni olarak David Lynch’i göstermek yanlış olmaz (tüm zamanlar için de Luis Buñuel ve kısmen Federico Fellini ile yarışır). Geçtiğimiz ay kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Lynch’in kendine has tarzı, beklenmedik anda ortaya çıkan kötülüğü tüm çıplaklığıyla göstermesi, kurduğu karanlık ve mistik atmosferler, olayların ve hatta karakterlerin çift anlamlılığı, doğrusal olmayan anlatımı, Amerikan banliyösünün ürkütücülüğünü (film eleştirmenlerinin banliyö kâbusu dediği kavramı) gerçeküstücülükle resmederek sunması ile benzersiz ve kopyalanamaz. Wild at Heart filmiyle Cannes’da Altın Palmiye kazanan, Eraserhead, Blue Velvet ve Mullholland Drive filmleriyle Oscar adaylıkları bulunan Lynch’i anarken, filmografisinde tarzından büsbütün farklı tek film olan The Straight Story üzerinden (ki bence kendisinin kara kuğusudur), belirli bir tarzı bulunan yönetmenlerin tarzlarının dışına çıkıp yine de başarılı oldukları filmlerden bahsetmek istedim bu haftaki beşli listede. David Lynch’ten başka Wes Craven, Sam Raimi, M. Night Shyamalan ve John Carpenter’ın da böyle hangi farklı filmleri çektiğini anlattığım Yönetmeninin Bilindik Tarzına Uymayan 5 Film isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Ben daha çok korku / gerilim türleri ile tanınan yönetmenleri listeledim ancak 2019’da En İyi Film Oscar ödülünü alan Green Book filmi (yukarıda) ile yönetmen Peter Farrelly de bu listeye girebilir. Kardeşi Bobby ile ortaklaşa çektikleri Dumb and Dumber, There’s Something About Mary, Shallow Hal gibi sulu zırtlak komedileri ile tanınıyorlardı.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Üyesi olarak doğduğumuz aile bizim şansımız. Ailesinden biri üniversite mezunu olan, evinde (içinde kitaplar olan) bir kitaplık bulunan ülkemizin şanslı yüzde yirmilik dilimindeyseniz hayat sizin için başka, değilseniz başka akacak. Fransız yazar Michel de Montaigne bu açıdan şanslıydı. Babası Fransızcadan önce Latince öğrenmesine karar vermişti, Michel’in zengin bir kütüphaneye erişimi vardı, böylece kendinden önceki bilgeliği ana dilinde özümseyebildi. Montaigne’in Denemeler kitabı yıllardır listesinde olan ancak bir şekilde eli gitmeyen benim gibilerdenseniz, okuduğunuz zaman beklediğinizden bambaşka (ve bunun güzel bir bambaşkalık olduğunu söylemeliyim) bir şeyle karşılaşacaksınız. Kendini tanımaya, insanlığı anlamaya çalışan, bunu yaparken ahkam kesmeyen, filozof olduğunu da iddia etmeyen, deneyci, çağdaş fikirli ve popülistlik yapmadan halktan kopmamayı başarmış bir güzel insanla tanışacaksınız. Çokça aforizma biriktireceksiniz. Platon, Plotinus, Seneca, Lucretius, Vergilius ve Ovidius’tan gelen sözleri, sayfalarca okunup yıllarca üzerinde düşünüldüğü belli olan bir nektarın süzülüp içilecek hale gelmiş özü gibi duyacaksınız. Son olarak Denemeler kitabını bir gün mutlaka tekrar okumak isteyeceksiniz, çünkü her okuduğunuzda size farklı bir yönünüzü keşfettiriyor gibi gelecek. 1580’de yazılmış bu eserden neredeyse 450 yıl sonra, insanoğlunun temelde pek de farklı olmadığını görmek çok ilginç. Bu klasiği herkese öneriyorum.

İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Netflix’te pek sık kullanmadığım “Benzerleri” menüsünün önerdiği 8 bölümlük bir mini dizi izledim bu hafta (Benzerine baktığım dizi Alice in Borderland’di bu arada, ancak Clickbait ile gizemli olması dışında çok ilgisi yok). Çok iyi tanımadığım bir yapımcıdan, az sayıda ünlü oyuncu ile kotarılmış, düşük bütçeli bir yapım ancak anlatım biçiminin sanatta ne kadar önemli olduğunu kanıtlarcasına sırrını iyi saklıyor ve gizem unsurunu hiç kaybetmiyor. Süregelen bir hikâyeyi her bölüm farklı bir karakterin gözünden anlatıyor. Bunu yaparken de aynı öyküyü tekrar tekrar anlatma gibi bir oyuna girmiyor. Dramatik yapıyı kuruyor, olay örgüsünü ilerletiyor, yalnızca iyi bir polisiyenin yapması gerektiği gibi serim kısmını milföy gibi kat kat açıyor.

Aile babası Nick Brewer’ın kaçırılıp hayati bir iddiaya konu edilmesi, sevdiklerinin ve Oakland polisinin ise onu bulma mücadelesi ekseninde başlayan dizi ile ilgili daha fazla spoiler vermeden dizinin beğendiğim birkaç yönünden bahsedeyim. Öncelikle bölümlerin tempo ve uzunluğu son derece yerinde. Her bölüm seyirciyi sıkmadan, bir sonraki bölümü merak ettirerek bitiyor. Dizinin anlattığı birçok konunun yanında bence ana teması algımız ile gerçek olanın çatışması. Geleneksel ve sosyal olmak üzere medyanın iki türüne de eleştiri getirirken, ırkçılık konusundaki duruşunu da açıkça dillendiriyor. Başkarakterlerinden biri Müslüman olan az sayıda Amerikan yapımı işten biri olduğunu da söylemeliyim, bu açıdan cesur buldum. Polisiye sevenler ve ilk çıktığı 2021 senesinde kaçıranlar için bu gizli hazineyi öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta olarak gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alan yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Daha çok kişiye ulaşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
“Bu bir pipo değildir” bayılırım bu metafora! Foucault’ya da!