Kendimce Düşünceler - 20: Kaçırma Korkusu
Durumsal liderlik: Organizasyonlarda inisiyatif kullanımına bir bakış. ✈️ Özel günleri niçin önemseriz? 💌 Oku: Theo’ya Mektuplar 📚 İzle: Deadpool & Wolverine 🎬
Başlarken
Güncel Türkçe sözlükte yaklaşık 125 bin kelime var. Yabancı dillerden bolca sözcük miras aldığı için pek çok dile göre zengin olsa da 350 bin civarı kelime içeren Almanca ile Çince ve 600 bin kelime içeren İngilizce sözlüklere göre az. Rastlantı mı, hayatın bir gerçeği mi desek, dünyadaki inovasyonun neredeyse tamamını da bu son saydığım dilleri konuşanlar gerçekleştirdiği için biz çoğunlukla kavramların birebir dile geçmesine veya kötü çevirilerine razı gelmek zorunda kalıyoruz. O sebeple ben şimdi “kaçırma korkusu” dediğimde, Türkçe’nin esnekliği diye kendimizi avuttuğumuz kelime azlığının cilvesiyle “altına kaçırma korkusu” olarak düşünmeyin. FOMO ya da uzun haliyle Fear of Missing Out, 21. yüzyılı tecrübe eden biz kaygılı nesillerin yaşadığı bir modern dönem hastalığı. Bireyin, hayatını daha iyiye götüreceğini düşündüğü belirli bir bilgi, bir etkinlik veya deneyime zamanında ulaşamama korkusuyla, her olayın içinde, her bilgiye haiz olmaya çalışması hâli diyebiliriz. Birey artık o duruma geliyor ki, kaçırma korkusuyla günceli takip etmekten kendisi adım atacak zamanı ve enerjiyi bulamıyor. Sosyal medya bu mantığı körükleyecek şekilde çalışıyor. Her uygulamanın birinci amacı sizi uygulamaya angaje tutmak. Her yerde reklamlar size gelgel yapıyor. Video oyunları bağımlılık oluşturmak üzerine kurulu. Dopamin düzeyinizi atmosferde gezdirirken bir anda yerlere düşürmeyi göze alamadığınız için kaçamıyorsunuz. Borsada hisseniz, kriptoda meteliğiniz mi var, gözünüz grafikte olmalı, çünkü alım-satım fırsatını kaçırabilirsiniz. Telefonunuza bildirim mi geldi, ya bakmazsanız da herkesin paylaştığı bir haberi kaçırıp duyarsız damgası yerseniz (kimden bilmeseniz de)? Herkesin aldığı eşyaları almalısınız, herkesin kullandığı arabaları kullanmalı, herkesin oturduğu gibi bir ev düzmeli, herkes gibi giyinmeli, takınmalı ve çocuğunuzu herkes nereye gönderiyorsa oraya göndermelisiniz. Herkes ne düşünüyorsa siz de onu düşünmelisiniz. Ne oldu sonuç? Nâzım Hikmet’in şiirindeki gibi:
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
Amerikan donanması özel kuvvetlerinin “Leave no man behind / Geride ekip üyesi bırakmamak” mottosu var ya, filmlerde çok duymuşuzdur. Hayat, belki sevdiklerimiz, belki vücudumuz bize “lütfen, hatırım için geride kal” dediğinde sosyal medya özel kuvvetlerine “beni bırakın, siz kaçırmayın” demek gerek. Lisede ödev verildiğini en son duyan o çocuğun rahatlığı ve kaygısızlığıdır aradığımız. Kaygısızlık yolunda karnınızı boş lafa tok tutacak Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Atatürk üzerine yazılmış kitapları değerli bulduğum gibi, bizzat kendi kaleminden çıkmış eserleri de okumayı öneriyorum. 1914’te Sofya Askeri Ataşeliği görevini icra ederken işte bu bahsettiğim eserlerinden biri olan Zabit ve Kumandan İle Hasbihâl’i (Günümüz Türkçesiyle “Subay ve Komutan ile Söyleşi”) yazıyor ve 1918’de büyük bir gayret sonucunda yayınlatıyor. Okul yıllarından beri yazmaya meraklı olan, sık sık gazeteler çıkaran, subaylık yıllarından basına söyleşiler veren Ata, Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin hemen ardından baba ocağı Selanik’in kurşun atılmadan teslim edilmesine içerlemiş, Libya’da Osmanlı toprağı içinde bir yabancı memlekette gerilla savaşı yapmayı öğrenmiş ancak yaralanan gözü ile hayati bir tehlikeyi atlatmış, Bulgaristan’da ataşemiliter göreviyle devleti diplomatik olarak temsil etme tecrübesi de kazanmış, 1914 yılında orduya örnek bir kurmay subay. Dünyayı ne kadar yakından izlediğini, kitapta da yer verdiği, 1905’te biten Rus-Japon Savaşı esnasında Japon ordusunun takındığı hücum ruhuna ve komutanlarının gösterdiği karaktere aşinalığından anlayabiliyorsunuz. Özellikle inisiyatif konu başlığında söyledikleri ise 1960’lardan itibaren ortaya çıkan Durumsal Liderlik Teorisi ile sonradan modellenen son derece ileri görüşlü ve olgun bir sentez. Simon Sinek ve Malcolm Gladwell’den de birer örnekle pekiştirmeye çalıştığım izlekte İnisiyatif Üzerine isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Kimya doktorası olan Spencer Silver (solda), 1969’da keşfettiği, hafif nesneleri bir arada tutacak kadar güçlü ancak ayrıldığında moleküler yapılarını bozmayacak kadar zayıf bir yapıştırıcıya, 1974’te yapışkan not kağıtları biçiminde harika bir uygulama alanı bulan, kendisi de kimya mühendisi olan Arthur Fry (sağda) ile beraber Post-It notlarının babaları sayılıyorlar. 3M firmasının amiral gemisi olan ürünün bulunuş süreci bilim ve iş dünyasından harika bir inisiyatif örneği. Sevgililer Günü veya daha genel anlamıyla Sevgi Günü, 3. yüzyılda aksi yöndeki kurallara inat insanları evlendiren Aziz Valentinus’un ölüm yıldönümüne atfen, ta 14. yüzyıldan beri kutlanıyor. Özel günlerin önemli yanı, zayıf hafızalarımızı canlandıran birer kerteriz noktası olmaları. Ticari tarafını geçiyorum, çünkü 21. yüzyılda ticarileşmeyen bir şey yok. 14 Şubat’ın Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiirindeki gibi, geniş zamanlar umduğumuz ve dar vakitlerde söylemeyi çirkin bulduğumuz “bir sevgiyi” hatırlatıyor olması yeterli. Aşk, bütün Şıpsevdi sakızlarını bir araya getirseniz dahi tam olarak tanımlayamayacağınız bir garip duygu. Bu duygunun kıskançlık, usanç, utangaçlık, yetememezlik, özlem, mecburiyet, hastalık, mutluluk, hayranlık, tutku, nostalji gibi saysak tilcelerin (Ataç rahmet istedi) yetmeyeceği pek çok boyutunu Türkçe’de en iyi anlatan şairlerimizden biri Attilâ İlhan’dır. Roman, öykü, anı, söyleşi, senaryo gibi yazın türlerinde de eser vermiş komple bir aydın olan İlhan’ı 2005’te kaybettik. Aşk üzerine en sevdiğim şiirlerinden kesitlere de yer verdiğim Aşkın Farklı Biçimlerini Anlatan 5 Attilâ İlhan Şiiri isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.

Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Don McLean’in harika şarkısı “Starry Starry Night” (ya da diğer ismiyle sadece “Vincent”) doğrudan Vincent Van Gogh’a bir mektup gibidir ve özellikle şu sözü çok çarpıcıdır:
This world was never meant for one as beautiful as you. / Bu dünya asla senin kadar güzel biri için değildi.
Vincent’in o dönem kendisi ve bazı izlenimci ressamların eserleri için simsarlık yapan kardeşi Theo’ya mektuplarını okuyunca, McLean’in ne kadar doğru söylediğini anlayabiliyorsunuz. 1872’den ölümü olan 1890’a kadar sıklıkla yazışıyorlar. Vincent, sanatını geliştirmek için 1881’de geldiği Paris’te yıllar sonra evinde misafir de edeceği Paul Gauguin gibi sanatçılarla tanışıyor tanışmasına, ancak asıl büyük eserlerini 1888’de taşındığı daha küçük bir şehir olan Arles ve 1889’da aralıklı olarak uzun bir süre akıl hastanesinde kaldığı Saint-Rémy’de veriyor. Doğaya ve içine dönüyor, rahatsızlığı sebebiyle bazen çalışamasa da en üretken zamanları bu dönem oluyor. Mektupların bir yerinde, sanatçıların bir grup olarak çalışmasını ve kazandıkları ya da kaybettikleri konusunda ortak hareket etmesini öneriyor, yani bir çeşit sanat kooperatifi fikrinden bahsediyor. Bu iyi adam hayatı boyunca finansal sıkıntı çekiyor, aşkı da garip yerlerde arıyor, evliliği de arkadaşlığı da. Gauguin’in ziyaretini bekleyişi, Arles’daki evinde Theo’ya ve Gauguin’e birer oda hazırlayışı. Mektuplarda okuduklarından bahsediyor, hayallerinden, bir figürü nasıl çizemediğinden, Japon sanatının az çizgiyle çok şey anlatma becerisine nasıl hayran olduğundan, ilk yıldızlı geceyi nasıl boyadığından (biz en ünlüsünü biliyoruz). Mektuba tür olarak hep bir etik çekinceyle yaklaşmışımdır, zira iki kişilik bir iletişime misafir olmak anlamına gelir ama işte bazı mektuplar var ki, birinin ayakkabılarını giymenin belki de en iyi yolu. Dilimizde Azra Erhat’ın harika çevirisinden okumanızı öneririm.

Not: McLean’in girişte bahsettiğim bence bir klasik olan duygusal parçasının Van Gogh tablolarıyla bezenmiş bir videosunu da aşağıda paylaşıyorum.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
Deadpool’un karakter olarak tüm süper kahraman / süper kötülerden farklı olmasının esbabımucibesi kendisinin bir hayal ürünü olduğunu bilmesidir. Çizgi romanlarında nasıl dördüncü duvarı yıkıp okuyucuyla konuşuyorsa, filmlerinde de Ryan Reynolds’ın eğlenceli oyunculuğuyla dördüncü duvarı yıkıp geçiyor. Serinin ikinci filminden altı yıl sonra, tam da Disney stüdyoları 20th Century Fox stüdyosunu, elindeki tüm film haklarıyla birlikte satın almış ve Marvel Sinematik Evreni’ni (Sony’de kalan Venom gibi birkaç anti-kahraman dışında) bir araya getirmişken, klasik bir Deadpool öyküsüne yakışır şekilde, başkarakterimiz gerçek hayatta yaşanan bu olayı film evrenine taşıyor ve bu şekilde çalışmayı reddediyor. Film içinde gerçek içinde film.
Yönetmen Shawn Levy, Hugh Jackman’ın kişisel olarak en sevdiğim filmlerinden biri olan Real Steel’de yıllar önce gösterdiği performansı, son yıllarda Ryan Reynolds’ın başrolde olduğu bilimkurgu komedileri ve Stranger Things dizisinde yönettiği bölümlerle tekrarladı. Bu film açıkçası bir yönetmen film değil ancak absürt senaryoya rağmen oyunculardan gerçekçi performanslar alma başarısını göstermiş. Wolverine rolünde Hugh Jackman her zamanki gibi (filmde Deadpool’un da sıklıkla vurguladığı üzre herhalde 90 yaşına kadar Wolverine oynatacaklar). Artık unutulmaya başlayan (bir zamanlar filmi çekilmiş) çizgi roman kahramanlarını onurlandırması güzel. Binlerce göndermesinin hepsi yerli yerinde, müzik seçimi olumlu anlamda şaşırtıcı ve ilgilisini cidden kahkahalarla güldürebilecek esprileri var. Ben filmi bir tür homaj olarak gördüm. Özellikle de Hiçlikte geçen bölüm ile Mad Max’e, TVA denilen organizasyonun Britanyalılığı üzerinden de Otostopçu’nun Galaksi Rehberi ve Dr. Who’ya selam çakıyor. MCU’nun Çoklu Evren temasını desteklemesi ve Thor konusunda ağzını gevşek tutmasıyla daha uzun süre Deadpool filmleri izleyeceğiz gibi görünüyor. Şiddet düzeyi rahatsız etmiyorsa ve bu film türüne meraklıysanız mutlaka bir şans verin derim. Disney Plus üzerinden seyredebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta olarak gelsin isterseniz, lütfen aşağıya e-posta adresinizi yazarak bültene ücretsiz abone olun.
Bültenin hemen üst ve alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenmeniz, bültenin altında yer alan yorum kısmından görüş bildirmeniz ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla aşağıdaki butona tıklayarak bülteni paylaşmanız beni mutlu eder. Daha çok kişiye ulaşmasına destek verdiğiniz için şimdiden teşekkürler.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Çok güzel bir yazı olmuş elinize sağlık