Kendimce Düşünceler - 24: Yaşanırken Öğrenilecek
Gezegenlerin isimlerinin mitolojik anlamı nedir? 🪐 Antikahramanlar: İyi romanların karmaşık karakterleri üzerine. 🦹 Oku: Beyoğlu’nun En Güzel Abisi 📚 İzle: Mezarlık 🎬
Başlarken
Soğuk bir kış gününde, ılık bir rüyadan uyanarak gözlerinizi açtınız. O an yorganın güven dolu kollarından ayrılıp gündelik hayata başlamak ne zor değil mi? Şimdi havalar ısındı ya, bir de tersinden örnek vereyim. Okuldasınız, ofistesiniz, evdesiniz. Bir masanın, kasanın, üretim bandının arkasındasınız. Bahar mevsimi, güneşli bir gün biçimine bürünüp size sesleniyor: “Hadi işi gücü bir kenara bırak da dışarı gel”. Ne yapacaksınız? Akşam televizyonu açıyorsunuz, gündüz sosyal medyaya bakıyorsunuz, haberler içinizi açmıyor, hatta sizi endişelendiriyor. Bu kaygıların içinde işlerinizi nasıl önceliklendireceksiniz? Diyelim siz veya bir yakınınız doktordan telefon bekliyor, konu da ciddi olabilir, Agnès Varda’nın Cléo from 5 to 7 filmi gibi. Beklerken nasıl konsantre olacaksınız? Disiplin geliyor tabii insanın aklına. Anlamının içinde zor bir işi yapmaya devam edebilme becerisi de var elbet. Ancak birinci manası kurallara uyma, uymayanı cezalandırma. Disipline vermek, denir ya okullarda. Latince discipulus sözcüğünden türüyor, o da zaten öğrenci veya takipçi demek. Güzel, şimdi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının hazin karakteri Selim Işık’a söz verelim mi? Ne diyordu Selim yaşamak hakkında:
Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler.
Yani diyor ki, şiar edindiğiniz kurallar yaşamın gelgitleri içinde sizi kurtaramaz. Şimdi tek başına disiplinin sizi ileri götüremeyeceği noktaya geldik mi? Peki, yalnızca çalışkanlık yeter mi? Bill Gates’in meşhur “zor işleri tembel insanlara veririm” stratejisi dolayısıyla (çünkü işi hızlı bitirmenin yolunu daha kolay bulurlar, diye ekliyor) sanırım çalışkanlık da tek başına yeterli değil, çünkü bir işi yapmanın nihai amacı, işin sonucunu almaktan geçiyor. Ha, tabii yukarıda anlattığım senaryolarda tembellerin iyice içine kapanma ihtimali de var. Define Adası, Doktor Jekyll ve Bay Hyde gibi romanları ile tanınan ünlü yazar Robert Louis Stevenson’ın meşhur çocuk şiiri My Shadow / Gölgem’in son kıtasındaki gibi (Kendi çevirimdir. Çevirmenlerin, şairlerin takdirine saygıyla sunuyorum):
One morning, very early, before the sun was up, / I rose and found the shining dew on every buttercup; / But my lazy little shadow, like an arrant sleepy-head, / Had stayed at home behind me and was fast asleep in bed.
Bir sabah, çok erkenden, gün bile doğmamışken / Kalktım, tüm çiçeklerde fark ettim parlak çiği / Tembel gölgeciğimse uykucuydu sahiden / Evde uyuyakalmış, tek bırakmıştı beni
Ne yapabiliriz söyleyeyim. Hiç. Galaksimizin ışıklarının sütünde yıkanmaktan başka. Gözlerimizi kapatıp yalnızca varoluşumuzdan kaynaklanan bir kıvılcıma tutunarak, anlam aramayı hiç bırakmamaktan başka. Ömer Hayyam’ın meşhur rubaisindeki gibi:
Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!
Anlamlı yaşayabilme umuduyla yanınızda olmasını istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazdıklarım
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazının ve beşli listenin tanıtımına yer veriyorum. Yazılara, her bir tanıtımın sonundaki bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Mitolojiyi, henüz çocukken okuduğum Azra Erhat kitabı Troya Masalları’ndan beri severim. Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını da çevirmiş bir usta olan Erhat, tanrıların ve kahramanların o bitmeyen çekişmesini, hırslarını ve naif yanlarını, bu defa da çocukların anlayabileceği bir dile çevirmeyi başarmıştı. Bir yandan da bir ülkenin arkeolojik geçmişinin ne kadar da korunmaya muhtaç olduğunu, Truva hazinelerini ülkemizden çalıp götüren Heinrich Schliemann’ı yerin dibine sokarak çocuk zihnime belletmişti. Berlin’de Pergamon Müzesi’ni gezerken, Bergama’dan bütün halinde kaçırılan Zeus Sunağı’nı görüp iç geçirmemek elde değil. Bu konuda kararlı bir devlet politikası ile, özellikle yabancı ülkelerin bu eserleri geri vermemek yönündeki “eserlere iyi bakamazsınız” argümanını reddetmeliyiz. British Museum’dan çalınıp eBay’de satılan sanat eserlerini karşı argüman olarak örnek göstermeli, bir yandan da 1 milyar dolara mal olup ülkenin turizm anlamında kaderini değiştireceği söylenen yeni yapılmış Büyük Mısır Müzesi gibi bir ulusal galeri üzerinden bu eserleri geri istemeliyiz. Mitolojinin doğduğu bu topraklar tekrar hakkı olan eserlere kavuşmalı. Mitoloji günlük hayatımızda o kadar çok sözcüğe sirayet etmiş ki... “Panik oluyorum” dediğimizde çobanların tanrısı, keçi ayaklı Pan’ı anıyoruz her seferinde. “Bu bir maraton” dediğimizde Atinalıların Perslerle yaptığı Marathon Savaşı’nın sonucunu bildirmek için 42 kilometre koşup çatlayan o isimsiz haberciye atıfta bulunuyoruz. Gözlerimizi göğe diktiğimizdeyse, ister astroloji isterse de astronomi gözüyle olsun, aslında bu mitolojik ilahlara bakıyoruz demektir. Hesiodos’un anlattığı tanrıların doğuşu öyküsüne de yer verdiğim “Gezegenlerin İsmi Nereden Gelir?” isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Epik öyküler anlatma konusunda çağımızın en yetenekli yönetmenlerinden olan Christopher Nolan, yeni filmi The Odyssey ile bu defa günümüzden 3200 yıl öncesine gidiyor. Nolan’ın, Truva Savaşı’ndan sonra evine dönmeye çalışan Odysseus’un (resimdeki Matt Damon tarafından canlandırılıyor) sergüzeştini anlatacağı bu filminde, takıntılı olduğu “zaman” konusunu nasıl işleyeceğini, filmin gösterim tarihi olan 17 Temmuz 2026’da öğrenebileceğiz. Kurmaca metinlerde geleneksel olarak iki tür karaktere yer verilir. Bunlardan ilki olan protagonist, kurmacanın başkarakteridir ve genellikle onun gözünden ya da onu kollayan anlatıcının sesinden izlediğimiz olaylar yaşar. İkincisi, yani antagonist ise kurmacanın diğer başkarakteridir ve protagonistin savunduğu fikirlerin ve temsil ettiği değerlerin genellikle tam karşısında yer alır. Bir kurmaca genellikle protagonisti değil antagonisti kadar iyidir. Çünkü çatışması yerinde olmayan bir metin, soğansız yahni gibidir, tadı gelmez. Bunun dışında kendi hedefleri, çıkarları ve duygularıyla yaşayan yan karakterler de vardır elbet. Bir de üstünkörü geçilen tipler. Metnin boyutu da önemlidir. Örneğin, bir kısa öyküde yaşamı fonda süt şişelerini kasadan çıkarmak ile başlayan ve biten herhangi bir bakkal, bir roman gerçekliğindeyken gençliğinde çok uzaklara seyahat etmiş, manevi yolculuğunu ise hala tamamlayamamış bir protagoniste dönüşebilir (Éric-Emmanuel Schmitt’in Mösyö İbrahim kitabı gibi kısa bir roman olsa bile). Antikahraman ise ta Lord Byron’dan bu yana sözü edilen bir tür karmaşık antagonisttir. Çünkü gerçek hayat gibi, kurmacadaki hayat da yalnızca siyah ve beyaz değildir çoğu zaman. Bu dünyadan, melamet hırkasını kendi giymiş, acıyı bal eylemeyi düstur bilmiş ne iyi ruhlar gelip geçmiştir kim bilir. Bu haftanın beşli listesinde Katya’nın Yazı, Korkma Ben Varım, Amat, Ejderhamızrağı ve Zamanımızın Bir Kahramanı kitaplarından seçtiğim böyle karakterleri hatırlıyoruz. Romanlardan Çıkma 5 Antikahraman isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Quentin Tarantino’nun başyapıtı Pulp Fiction’da Uma Thurman’ın canlandırdığı Mia Wallace karakteri, sinemadan çok iyi bir antikahraman örneği. Mafya babası Marcellus Wallace’un yeterince ilgi görmeyen eşi Mia, giyim kuşamı, konuşma tarzı ve dansındaki özgüvene rağmen, acemiliği sonucu yaşadığı korku ile sınanıyor, ancak her şeye rağmen Vincent’ı satmıyor.
Okuduklarım
Her bültende son okuduğum kitaplardan en beğendiğim için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Daha önce, Kendimce Düşünceler haftalık bülteninin 21. sayısında anlattığım gibi edebiyat dışındaki janrlarda uzun süredir takip ettiğim Ahmet Ümit’in kitaplarını okumaya ilk defa bu yıl başladım. Agatha’nın Anahtarı’nda Başkomiser Nevzat ve yardımcısı Ali karakterleriyle tanıştıktan sonra, bir de roman ortamında görmek istedim. Şunu söylemeliyim, Ümit’in metinleri yağ gibi akıyor, yani 500 sayfalık romanları neredeyse bir oturuşta bitirebilirsiniz. Nevzat, edebiyatta sıklıkla gördüğümüz idealize edilmiş karakterlerden, bu sebeple bazen her konudaki politik doğrucu görüşleri sıkıcı sayılabilir. Ancak Sherlock Holmes gibi bütün gizemi kafasında çözüp harikalar yaratan bir üst insan olarak da resmedilmiyor. Her yönüyle eskiye ait biri ve kabadayılar dünyasında da sayılan, aranan bir zat. Bu yönüyle Michael Mann’ın harika filmi Heat’te, başka şartlar altında arkadaş olabileceklerinden bahseden Al Pacino tarafından canlandırılan dedektif ve Robert de Niro tarafından canlandırılan suçlu karakterleri gibi bir ilişki var çoğuyla arasında. Kitap tesadüflere de bayağı olmayan biçimde inanıyor ve yapılan iyilik ya da kötülüklerin karşılıksız kalmayacağını belli belirsiz hissettiriyor. Katili de son ana kadar güzelce saklıyor. 2014’te yayınlanan eser bir önceki yılın Taksim’ine sıkça referans veriyor ve bir nevi belgesel niteliği kazanmaya çalışıyor. Ümit’in bir karakter olarak romana girmesi ve Başkomiser Nevzat’ın gözünden kendini eleştirmesi bana biraz kitsch geldi ancak parlak bir numara olarak seveni de olabilir. Polisiye türünü benim gibi kafa dağıtmak için takip ediyorsanız, bu üretken yazarın kitaplarını keyifle öneririm.
İzlediklerim
Her bültende son izlediğim film veya dizilerden en beğendiğim için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Bir zamanlar Asmalı Konak dizisinin yapımcısı olarak hatırladığımız Abdullah Oğuz’un, yönetmenlik yaptığı film ve diziler içinde belirgin olarak başarı gösterdiği bir tür var. Hiper gerçekçi polisiye olarak adlandırabileceğim bu türde ilk olarak ürettiği Kanıt dizisinde, ünlü kriminolog Prof. Dr. Sevil Atasoy 100 bölümün her birinin başlangıcında çıkıp vakayı ve çözülme sürecini tane tane anlatmıştı. Dijitale çektiği Mezarlık ise, ilk sezonu 2022’de yayınlandığında ancak belirli bir kitleye ulaşabilmişti. Açıkçası ben de o dönem seyretmemiştim. İlk sezonda her bölüm yaklaşık iki saatlik bir film şeklinde çekilmiş, dolayısıyla aslında dört bölümlük bir mini diziden ziyade, dört filmlik bir seriyi peş peşe izliyorsunuz. İkinci sezonu ise dizi formatında, toplam sekiz bölümden oluşuyor. Kanıt dizisi gibi başında kriminolog çıkıp anlatmıyor ancak kanıt toplama sürecinden otopsisine, soruşturma yürütme biçiminden emniyet amiri ile diyaloglarına kadar olabildiğince gerçek tutulmaya çalışılmış, sanat yönetimi anlamında başarılı bir dizi.

Mezarlık’ın esin kaynağı olarak yukarıda bahsettiğim Fringe dizisi ile birlikte, özellikle ilk sezonun kurgulanma biçimi anlamında Sherlock’u ve karakter dinamikleri anlamında House’u gösterebilirim. Başroldeki Birce Akalay ve yan rollerde özellikle Şehsuvar Aktaş çok iyi. Senaryolar, vakalar orijinal. “Katil kim?” türündeki polisiyelerin en önemli nosyonu olan failin erkenden belli olmaması da yine artı hanesinde yazan önemli bir detay. Üç yıl sonra gelen ikinci sezonuyla şu an Netflix’te olan diziyi öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bültenini her hafta Pazar sabahları yayınlıyorum. Sadık bir dost gibi, söz verdiği saatte e-postalarınızda olsun istiyorum. Abone olmak ücretsiz. Hadi abone olun.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Son olarak okumayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmayı seviyorsanız, lütfen aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşın.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋