Kendimce Düşünceler - 28: Korkunun İki Türü
"Çünkü" kelimesinin gücüyle anlam ve farkındalık alıştırmaları. 🧠 Belgeseller gerçeğin aynası mıdır yoksa projeksiyonu mu? 🪞 Oku: "Bir Sanatçı Gibi Araklayın" 📚 İzle: "The White Lotus"🎬
Başlarken
Korkunun iki türü vardır.
İlki, bir hatamızın, kusurumuzun, haksızlığımızın açığa çıkması ihtimalinden doğan yürek ağırlığıdır. Haksız olma halinin tüylerimizi diken diken etmesi, gözlerimizi büyütmesi, belki dokunsan ağlayacak hale getirmesidir. Haksız güç, haksız kazanç, haksız paye, haksız yengi sahibi biri bu korku türünü belki herkesin önünde değilse de, gece yattığı yerde gözleri açık tavana bakarken yaşar. Dünyada haklı olduğu konuda konuşan kadar içi rahat bir başka insan dahi yoktur. Kusursuzluk bize mahsus değil tabii ama hatayı kabul etme erdemi hepimize yakışır. Buradaki cesaret bir kusuru, bir hatayı inkâr etmemek ve herkes gibi kusurlu olduğunu ilan etmekten geçer. Stefan Zweig’ın Korku kitabından şu pasaj1 bu konuyu güzel anlatıyor:
Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.
Korkunun diğer türüyse, değişimin uzayan gölgesinin üstümüze düşmesinden kaynaklı üşüme hâlidir. İlk reaksiyonumuz genellikle değişime direnmek, öfkelenmek, hiçbir şey yapamıyorsak küsmek olur. Değişimin içine öyle çok şey girer ki… Sahip olduklarımızı, sağlığımızı, malımızı, en temel güvenlik unsurlarımızı kaybedince yaşayacağımız değişim. Bağlılık gösterdiğimiz varlıklar, saygınlık düzeyimiz, akran ve arkadaşlarımız olumlu/olumsuz, artı/eksi başkalaşınca yaşayacağımız değişim. Kalıplarımız, ön yargılarımız, fikirlerimiz, inançlarımız, övünçlerimiz, tepkilerimiz, içgörülerimiz, alışkanlıklarımız farklılaşınca yaşayacağımız değişim. Herhalde en çok zorlandığımız da bu sonuncusudur. Bu korkunun ilacı nedir derseniz, sevme cesareti derim. Ötekini veya bir başkasını bile değil, değişmiş versiyonumuzu, değişim sürecinin kendisini sevebilmekte cesur olmak bizi özgürleştirir. Cesaret bulaşıcıdır. Birbirimizin değişimlerini cesaretle desteklemek hepimizin içini ferahlatır.
Bir Zen koanı der ki:
“Eğer bir kaplan seni kovalıyorsa, koş. Ama hayalindeki kaplan için neden terliyorsun?”
Yani demek istiyor ki çoğu korkumuz esasında kendi zihnimizin içindedir ve gerçekte bir karşılığı yoktur. Makul cesaret biraz da gerçeklerle hayalleri ayırt etme becerisi değil mi zaten? Bilginin olduğu yerde korkuya yer olmadığını, hele milli marşı “Korkma” sözcüğüyle başlayan bir ulusun fertlerine cesaretin Ata’dan miras olduğunu belirterek, şafaktan doğan güneşinizi parlatsın istediğim Kendimce Düşünceler haftalık bültenini okuduğunuz için teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazdıklarım
Her bültende o hafta blogumda yayınlanan yazının ve beşli listenin tanıtımına yer veriyorum. Yazılara, her bir tanıtımın sonundaki bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Davranışlarınızın gerekçesini göstermediğinizde, hele hele bu gerekçe dişe dokunur olmadığında davranışlarınızın etkilediği, onay ve kabullerine muhtaç olduğunuz insanlardan olumlu dönüş almanız zorlaşır. Çünkü herkes öyle ya da böyle bir anlam peşindedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında yaşadığı zor deneyimleri meşhur eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda aktaran, logoterapi ekolünün kurucusu psikolog Viktor Frankl der ki:
Bir insandan her şey alınabilir ama bir şey hariç: insan özgürlüklerinin sonuncusu -herhangi bir koşulda kişinin tutumunu seçmesi.
Frankl’a göre insanın temel motivasyonu haz veya acıdan kaçınmak değil, bir anlam bulmaktır. Simon Sinek’in Neden ile Başla isimli eseri de insanın motivasyonlarının ve gittiği yönün kaynağının içsel bir neden olduğunu savunur. Gurdjieff ise insanoğlunun bir tür uykuda olduğunu ve otomatik davranışlar sergilediğini anlatır ve şöyle ekler:
Uyanmak için öncelikle kişinin uyku halinde olduğunun farkına varması gerekir.
Dr. Ellen Langer ve arkadaşlarının 1978’de yürüttükleri deneylerde ispatladıkları üzere, plasebo da olsa bir gerekçe sunmak, isteklerimizin yapılması ihtimalini en az üçte bir oranında arttırıyor. Çünkü rasyonel görünen davranışlarımızın çoğu akıldışı ve kalıplar, alışkanlıklar gibi otomatik tetikleyicilere dayanıyor. Ancak zorlayıcı istekler söz konusu olduğunda, gerekçemizin anlamlı olması gerekiyor. Demek ki yapmamız gereken, şimdilerde popüler olduğu gibi konfor alanımızdan çıkarak öz farkındalığımızı sağlamak ve içinde bulunduğumuz gündüz uykusundan uyanmak. Deneyin detaylarını da anlattığım Akıldışı İtaat Mekanizmaları isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Gestalt, Almanca şekil vermek kelimesinden türetilen bir kavram. En basit haliyle, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazlası olan anlamlı bir bütünlüğü ifade ediyor. Psikolojiden, kullanıcı deneyimi tasarımına kadar birçok uygulama alanı olan akımın mottosu ise “Şimdi ve burada olmak”. Mindfulness egzersizleri bu anlamda, otomatik pilottan çıkıp direksiyona geçmek, düşüncelerin, duyguların ve anların farkında olmak için en güzel araçlardan biri. 1990’larda ve 2000’lerin başında “Televizyon mu izliyorsunuz kuzum? Hayır, ben sadece belgesel izliyorum,” skeciyle özetleyebileceğim bir tür belgesel kutsaması vardı. Özellikle de National Geographic, Jacques Cousteau ve türevi doğal yaşam belgeselleri, geç saatlerde uyku tutmayanların favorisi olurdu. Türün eski örnekleri olimpik anlatım şeklini tercih ederek, kamerada gördüğümüz örnekse bir leopar ailesinin antilopları nasıl da kovalayıp avladığını, bir çeşit öğretmen edasıyla ve muhtemelen de davudi bir sesi kullanarak biz izleyicilere aktarırdı. Oysa bu bile, aslında belgeselden ziyade, gerçek görüntüler kullanılarak oluşturulmuş bir kurgu filmden farksızdı. 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde Dziga Vertov ve arkadaşlarının başlattığı Kino-Pravda (yani kelimenin tam anlamıyla Sinema-Gerçek veya Gerçeğin Sineması) akımı, sinemanın görevinin hayatı mümkün olduğunca müdahalesiz, kameranın gördüğü biçimde ve ham haliyle yansıtmak olduğu fikrinden yola çıkıyordu (Akımın birebir kopyasını 1960’larda Fransa’da Cinéma vérité olarak görüyoruz). Vertov’un konuyu mübalağa düzeyinde önemsediğini şu sözlerinden anlayabiliriz:
Ben sine-gözüm, ben mekanik bir gözüm. Bir makine olarak ben, size dünyayı sadece benim görebileceğim şekilde gösteriyorum.
Bu yöntem saftı, güzeldi, tabii kabul etmek gerekir ki bir miktar da sıkıcıydı. Derken, 1988 tarihli The Thin Blue Line filmi geldi ve belgesel tür olarak tarafgir olabilmeye başladı. 1976’da Dallas’ta bir cinayetin zanlısı olarak idama mahkum edilen Randall Dale Adams’ın masum olduğunu canlandırmalar, tanık ifadeleri ve delillerle kanıtlayan filmin yazarı ve yönetmeni Errol Morris, gerçek suçluyu da işaret ediyor ve 1989’da Adams’ın tahliye olmasını sağlıyordu. Yani gerçek suç türünün kurucusu bu belgesel, şu an Netflix’te izlediğimiz seri katil güzellemeleri gibi kurgu yapım yancısı olarak var olmuyor, bayağı bayağı sürecin içinde bir aktivizm sergiliyordu. Bu daha çok Michael Moore’un 2000’lerde kendini öne atarak yaptığı toplum bilgilendirme misyonuna benziyordu. Belgesel, bence iyiden yana taraflılığıyla güzel. Bu haftanın beşli listesinde kişisel favorilerim sayabileceğim belgesellerden bahsettim. Gerçeğin Alegorisi Olarak 5 Belgesel isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Usta yönetmen Werner Herzog’un iyiden iyiye belgesel türüne kaydığı yıllardaki en başarılı işlerinden bir tanesi 2005 tarihli Grizzly Man. Alaska’da Katmai Ulusal Parkı’nda 13 yaz boyunca boz ayıların arasında yaşayan Timothy Treadwell’i anlattığı filmde, 2003 yılında kız arkadaşıyla birlikte boz ayılardan birine yem olan Treadwell’in kendi çektiği görüntülere de yer veriyordu.
Okuduklarım
Her bültende son okuduğum kitaplardan en beğendiğim için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Mark Twain’in 1906’da bir tren yolculuğunda söylediği aşağıdaki sözü hatırlayalım:
“Yeni bir fikir diye bir şey yoktur. Bu imkânsızdır. Biz sadece birçok eski fikri alır, zihinsel bir çiçek dürbününe koyarız. Onları döndürmeye başlarız ve böylece yeni ve ilginç kombinasyonlar ortaya çıkar.”
Austin Kleon aynı zamanda çizer olan bir yazar. Belli ki kaligrafi ve infografiklerle ilgileniyor. Bir Sanatçı Gibi Araklayın kitabı da düzyazının yanı sıra, bolca çizim içeren bir tür motivasyon cümbüşü. Kleon’un aktif Substack bültenini takip ederseniz her konu başlığından bir fanzin yapabilme kapasitesi olduğunu görürsünüz. Tarantino’nun yönetmenlik eğitimini gençliğinde uzun yıllar çalışıp sinefil edasıyla binlerce film seyrettiği video kulüpte geçirdiği zamanlara dayandırması gibi, Kleon da iki temel kaynaktan beslenmiş: Uzun kütüphanecilik yılları ve web tasarımcısı olarak çalıştığı yıllar. Kitap yormuyor ve kişisel tecrübe atmosferinde ilerliyor. Yazarlık konusunda kitaplar okumayı sevenler için bu havalar çok yerinde, onu söyleyebilirim, Faydalı birçok tüyo almak da mümkün. Hemen aklıma düşen, yapıtlarım çalınacak mı korkusunu aşmakla ilgili olan. Yazar basitçe, insanların eserlerinizi çalmaya değer görmesi için bayağı bir zaman harcamanız gerek diyor. Kleon’un diğer kitaplarını da merak ettirdi. Az vakti olanlara özellikle öneririm.

İzlediklerim
Her bültende son izlediğim film veya dizilerden en beğendiğim için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Geçmişte Freaks and Geeks, School of Rock gibi orijinal komedilerin yanında ne seyirci ne de eleştirmenler nezdinde pek tutmayan bazı işlerde de yazar olarak imzası bulunan Mike White, soyadından ilham almış bir hayali otel zinciri üzerinden kurguladığı kara komedi The White Lotus’la bu defa hedefi tam ortasından vuruyor. Çok başarılı ilk iki sezonunun ardından, daha da çarpıcı olmayı başarmış üçüncü sezonu şu an tüm bölümleriyle izlenebiliyor. Toplu izleme alışkanlığı ile ben de izlemek ve incelemek için tüm bölümleri yayınlansın diye bekledim. Bu arada dördüncü sezon onayının alındığını da belirteyim. The White Lotus her yıl başka bir mekânda geçiyor. Hawai, Maui ve İtalya, Sicilya’da geçen ilk iki sezondan sonra dizi bu yıl Tayland, Koh Samui’ye taşınıyor. Tayland’ın türlü kendine haslıklarını da beraberinde getiriyor.

İlk defa izlemeye başlayacaklar için dizi sezonluk antoloji şeklinde ancak yaşayan bir dünyası var ve otel misafirleri ya da personeli oteller arasında gezebiliyor. Gerçek hayatta Four Seasons otellerinde çekilen yapım, sınıf çatışması, varoluşsal boşluk, cinsel tansiyon gibi bıçak sırtı konulara toplumsal hiciv sosuyla cesurca dalıyor. Ayrıca bulunduğu şehrin yerel atmosferinden de etkileniyor. Yani Maui’de inci avcılığı, Sicilya’da gangsterler, Koh Samui’de ise Budizm alt tema olarak mutlaka yer alıyor. Çok sayıda karakteri paralel kurgu ile geliştirmeyi ve uç konularda inandırıcı olmayı başarıyor. HBO dizisi olduğunu belirtmekte fayda var, dolayısıyla ellerini kirletmekten çekinmeyen yapısı gereği herkese göre olmayabilir. Bununla beraber bu son derece özenli, iyi yazılmış ve oynanmış, benzeri az bulunan işi en azından birkaç bölüm denemek üzere herkese öneririm. BluTV’den izleyebilirsiniz.
Not: Dizide Oscar’lı aktör Sam Rockwell’i sürpriz bir karakter olarak izliyoruz. Kısa ekran süresinde şov yapmış diyebilirim. Aşağıda kendisinin enerjik şahsiyetine ithafen Jimmy Fallon’ın sunduğu The Tonight Show’a konuk olduğu her seferde sergilediği farklı dans gösterilerini seyrederken eğlenebilirsiniz.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler bültenini her hafta Pazar sabahları yayınlıyorum. Sadık bir dost gibi, söz verdiği saatte e-postalarınızda olsun istiyorum. Abone olmak ücretsiz. Hadi abone olun.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Son olarak okumayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmayı seviyorsanız, lütfen aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşın.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Korku, Stefan Zweig, çeviren: İlknur İgan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 5. Baskı