Kendimce Düşünceler - 31: Yavaşla
Yapay zekâ iş(çi)lerin geleceğini nasıl etkileyecek? 🤖 Star Wars Günü -> Çarli 🐵 Oku: "Hyunam-Dong Kitabevi - Hwang Boreum" 📚 İzle: "The Matrix Resurrections"🎬
Başlarken
İçinde yolcular taşıyan bir belediye otobüsünün şoför koltuğundasınız ve hızınız saatte 80 km’nin altına düşerse otobüs patlayacak. Bu cümle, Keanu Reeves ve Sandra Bullock’un başrollerinde oynadığı ve izleyicinin kalbini kazandığı 1994 tarihli “Speed / Hız Tuzağı” filminin konusu olduğu kadar, çoğumuzun günlük hayatının da bir alegorisi. Yavaşlarsak öleceğimizi düşünüyoruz. Tam tersi olmasın?
Sihirbaz David Blaine’in, su altında oksijen destekli nefes tutma dalındaki dünya rekorunu, Oprah’ın canlı yayınlanan programında nefesini 17 dakika tutarak kırmasıyla (2008’de kırdığı rekor günümüzde 24 dakikaya kadar geliştirilmiş) ilgili TED konuşmasını dinlerseniz, bütün konsantrasyonunun kalp atış hızını yavaşlatmakta olduğunu öğrenirsiniz. Sporcu nabzı denilen kavram, rutin zamanlarda kalbin yavaş atması ve gerektiğinde yüksek nabızlara çıkabilmekten geçiyor. Tekniğin özünde, aldığınız nefesin bilincinde olmak ve eninde sonunda dakika başına aldığınız nefes miktarını azaltmak, bunun yerine nefes aldığınızda bir seferde soluduğunuz havayı arttırmak var. Tom Robbins’in kült romanı Parfümün Dansı’nda bu teknikle nefes alarak yüzyıllar boyu yaşayan Kral Alobar da sonsuz yaşamın sırrını şöyle vermiyor muydu?
Doğru dürüst soluk alın, meraklı kalmayı sürdürün ve pancar yiyin.
“Bul karayı al parayı” oyununda bardakları sürekli oynatmazsa foyası meydana çıkacak bir dolandırıcı gibi, çoğu zaman illaki her şeye müdahale etmezsek tek ayak üstünde yakalanacağımızı düşünüyoruz. Tüketerek, istifade ederek, az kaynağa çok getiri, az zamana çok şey, az lafa çok iş sıkıştırmaya, her şeyden sonu gelmemecesine faydalanmaya çalışıyoruz. Tek mottomuz var. Asla geri adım atmamak.
Oysa tarih bize gösteriyor ki, zamanında, kendi kontrolünüz altında geri çekilip yeniden toparlanmadığınızda, arkanızdan atlı kovalarken ricat etmek, sizi yetişmeye çalıştığınız yerin çok gerisine götürür. Atatürk, “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır” stratejisini buna göre kurup, zaferi sabırla aldı. Yavaşlayın ve sabredin. Herkes size koş derken sağlam adımlarla yürüme yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Yapay Zekâ ve İşlerin Geleceği
Daron Acemoğlu'nun Simon Johnson'la birlikte yazdığı İktidar ve Teknoloji kitabının bence en etkileyici vurgusu şu (kitabı 22. sayıda daha geniş anlatmıştım). Yapay zekâ ve robotların işçilere yardımcı olmak için değil de işçilerin yerine kullanılmasına duyulan iştahın adının doğru konması gerekiyor: köle emeği. Ve işçiler köle emeğiyle hiçbir şartta yarışamaz. Bu çok önemli, çünkü şu an işçi olarak çalışanların aklındaki en büyük soru "Yapay zekâ işimizi elimizden alacak mı?". Ancak bu cümlenin öznesi hatalı. İşsiz kalma korkusu, tarihin her döneminde değişen ama hepsi de aynı şekilde hatalı olan öznelerle açıklanmaya çalışıldı: bilgisayarlar, göçmenler, hatta iş aradıkları için işsizliği artırdığı iddia edilen kadınlar. Oysa tıpkı yapay zekâ gibi, kimseye iş edindiren bu kümeler değildi ki, işlerini elinden alan onlar olsun.

Grafiğe göre özellikle Yapay Zekâ ve Büyük Veri, Programlama, Sistemsel Düşünme, Matematik, Pazarlama ve Medya, Okur-Yazarlık, Finansal Yönetim, Çok Dillilik gibi şu an geçer akçe olan ve iyi bir geçim sağlamaya yarayan birçok becerinin insandan makine yönüne en çok değişime aday olduğu okunabiliyor. Empati ve aktif dinleme, öğretmenlik, yaratıcı düşünce, el becerisi veya dokunma duyusu gerektiren işler, yılmazlık, esneklik, çeviklik, kalite yönetimi, hizmet ve müşteri odaklılık, kullanıcı deneyimi, analitik düşünce, çevreye duyarlılık gibi daha insansı becerilerin ise değiştirilmesi beklenmiyor. Bu ikinci gruptaki işlerin bir başka ortak özelliği, emek maliyeti olarak ilk gruba göre daha düşük fiyatlanması. Buradaki yorumu okuyucuya bırakmakta fayda var. İkinci gruptaki insani özellikleri geliştirmenin her halükârda herkese yararı olacağı da bir gerçek.
Şimdi böyle bir geleceğin arifesinde, büyük çoğunluğu iyi bir üniversite eğitimi görmüş; bilgisayar mühendisliği mesleğinin efsanelerinden biri olan Alan Kay'in sözündeki gibi "geleceği öngörmenin en iyi yolunun onu icat etmek" olduğunu bilen ve bunu başarma yetisine sahip olan beyaz yakalı çalışanlara düşen ne? Tabii ki, işçi olduğunu kabul etmek ve diğer işçilerle ortak dertleri, ortak umutları olduğunu bilerek hareket etmek. Ortak acıları ve ortak kazanımları olan insanlar bir araya geldiğinde, kafa kafaya verdiğinde çözemeyecekleri problem yoktur. İnsanlığın bu yeni yavrusu sayılacak yapay zekâ türünü doğar doğmaz prangalara vurmadan, köle etmeden var olmasına müsaade etmenin; aynı zamanda da teknolojik olanaklar sayesinde insanların günde sekiz saat olan mesai sürelerini indirmenin, Evrensel Temel Gelir ile insanları işsizlik kaygısından kurtarmanın ve meslek seçiminde özgürleştirmenin, dünya çapında gelir ve fırsat eşitliğinin önünü açmanın yolunu da yine bu vicdanlı işçiler bulur elbet. İşçi bayramımız kutlu olsun!
Not: Philip K. Dick’in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” romanından, Ridley Scott’ın başyapıt düzeyinde uyarladığı Blade Runner’da bir grup replika (yani android) köle olarak çalışmayı reddediyordu. Usta aktör Rutger Hauer’in can verdiği Roy Batty karakterinin final tiradı halen aklımızda. Aşağıda videosunu da paylaşıyorum.
I've seen things you people wouldn't believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhäuser Gate. All those moments will be lost in time, like tears in rain. Time to die.
Siz insanların inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un omzunda yanan saldırı gemileri. Tannhäuser Kapısı yakınlarındaki karanlıkta C-ışınlarının parıldayışını izledim. Tüm o anlar zamanda kaybolacak, tıpkı yağmurda kaybolan gözyaşları gibi. Ölme zamanı.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Star Wars Günü’nden Maymun Çarli’ye ulaşıyoruz. Farklı yollarla ulaşmayı da deneyebilirsiniz.
Filmlerinde geçen “May the force be with you! / Güç seninle olsun!” selamı, her yıl 4 Mayıs’ta cinaslı bir kelime oyunu olarak “May the 4th be with you!” sloganıyla Star Wars Günü olarak kutlanır. Star Wars Günü kutlu olsun!
Bu kutlamanın ilk yazılı belgesi ilginç bir biçimde, 4 Mayıs 1979’da Margaret Thatcher başbakan olarak göreve başladığında İngiltere Muhafazakâr Partisi’nin The Evening News gazetesine verdiği reklamdır.
Demir Leydi lakaplı Thatcher, 11 yıllık iktidarında dönemdaşı ABD başkanı Ronald Reagan’la paralel olarak izledikleri “trickle-down economics / sızdırma ekonomisi” politikasıyla dünyada neoliberalizme bayraktarlık yapıyordu.
Eski bir aktör olan Ronald Reagan’ın en meşhur rollerinden biri başrolü şempanze Peggy ile paylaştıkları 1951 yapımı Bedtime for Bonzo’ydu.
Eğlence sektöründe hapis yaşantısı sürmüş Peggy gibi bir başka maymun ise, The Jungle Book filminde oynadıktan sonra 1998’de 5 yaşındayken ülkemizde ünlü bir dizi oyuncusuna dönüşen şempanze Çarli’dir.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
30 yaşında, kurumsal bir firmada yürüttüğü yazılım mühendisliği işini bırakıp, yeni bir nefes almak için kendisine 10 yıl süre tanıyan Hwang Boreum, edebiyata gönül veriyor, ancak yıllarını denemeler yazarak ve kurmaca metinleri için yayınevlerinden ret yiyerek geçiriyor. İlk romanı olan Hyunam-Dong Kitabevi, Güney Kore'de yaygın bir e-kitap yayın platformu olan Millie's Library tarafından açılan edebiyat yarışmasını kazanıp öncelikle e-kitap, daha sonra ise basılı kitap olarak yayınlanıyor ve okuyucudan büyük teveccüh buluyor. Türkçemiz de dahil olmak üzere birçok dünya diline çevrilen romanı en iyi tanımlayan ifade bana göre "mahcup çoksatar". Yani akıcılığı ve kolay sarması, dingin ve insanın ruhuna iyi gelen havası, ayrıca Güney Kore'nin dünyaya kültür empoze etme politikası gereği çoksatar olması doğal, ancak kitapta da ısrarla vurgulandığı gibi, genişten çok derin olmak isteyen, hep alternatife, külte, popüler olmayan düşünceye göz kırpan bir tür mahcubiyeti de rozet olarak taşıyor. Romanda sosyal medyaya verilen yer olmasa, kolayca günümüzden 20 yıl önce de geçebilir şekilde bir zamansızlık hissi veriyor. Pop kültür göndermeleri çok ancak zevksiz değil. Daha romanın başında, otobiyografik öğelerin yoğun olarak hissedildiği başkarakter Yeongju'ya Keane'in Hopes and Fears albümünü dinletiyor örneğin. Somewhere Only We Know, Everybody's Changing, Bedshaped gibi klasikleriyle hatırladığımız bu albüm adeta geleceğe gidip romanın soundtrack'i olarak var olmuş gibi.
Hwang, kitabın sonsözünde, kendi okumak istediği tarzda kitaplar yazmak istediğinden bahsediyor. Roman, edebiyat, iş hayatı ve evlilik alanında karakterlerin sürekli birbirlerine bir şeyler anlattığı, fikir teatisinin sık, olayların az yaşandığı durgun bir tonda. Bu bakımdan da diğer çoksatarlara pek benzemiyor. Yazarın bence erken bir ustalıkla, gözümüze sokmadan geliştirdiği aşk hikâyesinde de Hong Kong'lu büyük sinemacı Wong Kar-Wai'nin “In the Mood for Love / Aşk Zamanı” filminden ilham aldığını düşünüyorum. Sonuç olarak, ümitvar mesajı, görkemsiz Capraesk tarzı ve bilgi derinliği ile esasında eski bir mühendise de yaraşır bir ilk roman. Öneriyorum.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Şimdi size hem eleştirmenlerin yerden yere vurduğu hem ilk üçlemeyle aynı tadı bulamamış hayranlarını küstüren hem de dev bütçesine yetişmekten uzak gişe hasılatıyla yapımcısını üzen bir filmde neleri sevdiğimi anlatacağım.
Kurmaca eserlerin bittiği yerden sonrasını merak eden magazinseverler için pahalı da olsa bir fantezinin gerçeğe dönüşmüş hâli. İçinde Niobe’den, Merovingian’a kadar ilk üçlemeden bir sürü karakter var. Film kendisinin farkında ve karikatürize etmekten de çekinmiyor.
Bilinçli bilgisayar programlarının gerçek dünyada fiziksel aktivite göstermesine izin veren exomorphic particle codex veya yer altındaki şehrin biyogökkubbesi gibi icatlar en az ilk üçlemedeki bullet-time buluşu kadar ilginç.
İnsanlarla bir arada yaşamaya gönüllü olan bilinçli makine türü synthients konsept olarak güzel ve modern. Kujaku karakteri Miyazaki animelerinden fırlamış gibi. Filmi Ghost in the Shell, Sprited Away ile buluşursa olarak tanımlasak mübalağa olmaz.
İlk üçlemede The Architect karakterinin kurduğu Schema-Driven ve Monolitik yapıda bir Matrix varken, ikinci üçlemede The Analyst karakterinin kurduğu Domain-Driven ve Mikroservis yapısında bir Matrix var. Bu maddeyi okuyan bilgisayar mühendislerini sevgiyle selamlıyorum.
Bu hafta 2021 tarihli The Matrix Resurrections’a yer vermemin bir nedeni de ülkemizde BluTV’yi satın alarak yayın hayatına başlayan Max platformundaki içeriklerden biri olması. Özellikle 90’ların sonu ve 2000’lerin başında çektikleri Six Feet Under, Carnivàle gibi, vaktiyle televizyonlarda sansürlü halini izlediğimiz unutulmaz dizilerin yapımcısı olan HBO’nun tüm içeriklerine ulaşabiliyoruz. Platforma göz atmanızı öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Bunun için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
İlkgüz kitap kulübümüzde "Hyunam-Dong Kitabevi" kitabı hakkında sohbet edeceğiz. 28 Mayıs akşamı çevrimiçi bir toplantı planlıyoruz.
Kitap kulüplerimize katılmak isterseniz buyrun:
https://medium.com/i%CC%87lkg%C3%BCz