Kendimce Düşünceler - 34: Çizgi Filme Dönüşmeden Kendini Sev
Everest'in zirvesine çıkmak, Ay'a gitmek ve sağ salim dönebilmek. 🏔️ Cannes Film Festivali -> Salvador Allende. 🌴 Oku: "Zorba - Nikos Kazancakis" 📚 İzle: "Terrestrial Verses - Asgari & Khatami"🎬
Başlarken
Yapay zekânın bir numaralı kullanım alanı nedir? Sağlık, eğitim, finans, hukuk, yazılım, insan kaynakları veya bunun gibi başka bir ciddi konu mu? Hayır, daha basit düşünün. Yapay zekâ, kendimizi çizgi film karakterine dönüştürmemize yarayan bir icattır. İroni uyarısını baştan vererek, ne demek istediğimi anlatayım.
Avatar kelimesini genellikle iki popüler kültür öğesinden biliriz. İlki, James Cameron’ın 2009 tarihli epik filminde Pandora gezegenindeki mavi devlerin arasına karışmak için zihnini yapay bir bedene aktaran Jake Sully’nin öyküsüdür. Na’vi ırkına dışarıdan gelen bu yabancı, doğayı tehdit eden teknolojiye karşı, kendini onlara liderlik ederken bulur. İkincisi ise Nickelodeon animasyonu The Last Airbender’da doğada bulunan dört elementi temsil eden, ateş, su, toprak, tahta (hadi bakalım) ulusları arasında dengeyi bulmak için avatar rolüyle her seferinde farklı bir ulusa enkarne olan; bu defa hava (evet, tahta değil) ulusunda dünyaya gelip bir buz kütlesinde yüz yıl donuk halde kalan Aang’in öyküsüdür. Dalay Lama’ya benzeyen bu inanışta, avatar tüm elementlere hakimdir, dolayısıyla doğayı kontrol edebilir. Oysa Hint mitolojisinden gelen “Avatar”, Sanskritçede kelimesi kelimesine “aşağı iniş” anlamına gelir ve Tanrıların da Vedaların da (bilginin) yeryüzüne inmek için büründükleri formlardır. Yani aşağı inmek dendiğine göre bir tür hiyerarşi var.
Şimdi, hep beraber iki zamana dönelim. İlki sosyal internetin ilk çıktığı dönem. Forumlarda atıştığımız, arkadaş olduğumuz, küsüştüğümüz zamanlar. Rumuz ya da müstear isim edebiyatın başından beri var olan bir kavramken, bu forumlar ilk defa vesikalıklarımızı da seçme şansını verdi. Buradaki profil resmimiz, yani avatarımız bizim için aşağı inişten çok, bir tür yükselişti. Süper kahramanlar, ünlü şahsiyetler, doğadaki bir güzellik, güç veya masumiyet simgesi, hepsi de olmak istediğimiz kendimizden üstün bir başka bendi. Döneceğimiz ikinci zaman ise daha yakın tarihli. Hepimizin yapay zekâya verdiğimiz birkaç satır komut ve paylaştığımız bir fotoğrafla bir anda Studio Ghibli animesi karakteri olduğumuz, daha geçen aylar. Kocaman gözlerimiz, hokka burunlarımız, abartılı ifadelerimiz ve pastel renklerimizle birer çizgi filme dönüşüyorduk. Acaba neden?

İçimizdeki asıl benin gölgesi olan gerçek dünyada yaşıyoruz. Bunu yaparken gerçek dünyanın taklidi olan kurmaca dünyasına öykünüyoruz. Kendi gerçekliğimizi beğenmediğimiz için başka gerçeklikler arıyoruz. Ne yükseliyoruz ne de alçalıyoruz. Otoportresini yapan bir ressamdan, kendi yaşam öyküsünden feyz alan bir yazardan farklı olarak, bu kurmacanın öznesi değil ancak nesnesi olabiliyoruz. Aslında dönüştüğümüz taklit gerçekliğe de kendimizi taşıyoruz, yani özümüzden kaçamıyoruz. Demek ki mutlu olmamızın tek yolu kendimizi sevmekten geçiyor. Teknoloji aksi yönde binlerce olanak sunsa da kendimizi sevmekten vazgeçmeme yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Asıl Başarı Zirveden İniş
29 Mayıs'ın önemi nedir diye sorsanız, en azından televizyon izleyen ve az çok haber alan ülkemizdeki herkesten İstanbul'un Fethi yanıtını alırsınız. Gerçekten de 29 Mayıs 1453'te henüz 21 yaşında olan Sultan II. Mehmed, Roma İmparatorluğu'nun sonunu getirerek tarihe geçmiş ve sonradan kendi kendisine Kayser-i Rûm (Tam karşılık olarak Roma Sezarı/İmparatoru) ünvanını da layık görmüştü, yani aslında bir noktada iki gelenek birleşmiş oluyordu. Pek çok tarihçiye göre Orta Çağ'ı da kapatan bu gelişmeden tamı tamına 500 yıl sonra, 29 Mayıs 1953'te dünya için bir önemli olay daha gerçekleşti. Dünyanın en yüksek noktası olan 8848 metrelik Everest Dağı'nın zirvesine ilk defa başarıyla tırmanıldı. Buradaki başarıyla kelimesinin karşılığı, zirveye çıktığını kanıtlayabilmek ve canlı dönebilmek.
Söz ettiğim başarı koşulu aklıma Jules Verne'in 1865 tarihli Dünyadan Ay'a romanını getirdi. İçinde insanlar olan büyük bir mermiyi kuvvetli bir biçimde uzaya fırlatarak Ay'a gitmeyi düşünen bir grup maceraperestin anlatıldığı bu erken dönem bilim kurgu romanında, başkarakterlerden gidişin fikir babası olan Michel Ardan'a, her şey yolunda gidip Ay yüzeyine vardığı takdirde nasıl geri döneceği sorulduğunda şu basit cevabı veriyordu:
Geri dönmeyeceğim.
Gerçekten de kahramanlarımızın gezegenimize geri dönmesi 1870 tarihli devamı olan "Ay'ın Çevresinde Seyahat" romanına kısmet olmuştu. Verne'in eserinden doğrudan etkilenen, tarihin ilk bilim kurgu filmi Le Voyage dans la Lune (Ay'a Seyahat), hem illüzyonist hem de oyuncakçı olan yönetmeni Georges Méliès'in hayal gücüyle dünyamızın uydusunu kişileştiriyor ve dünyadan fırlatılan mermiyi aydedenin gözüne isabet ettiriyordu. Aşağıda filmden bir kesiti bulabilirsiniz.
Everest Dağı, kâşifi George Everest'in "dağın zaten bir ismi olduğu" ve "Everest kelimesini bölge halkının telaffuz edemeyeceği" yönündeki itirazlarına rağmen, onun adıyla anılır. Tıpkı 1953'te zirveye tırmanışın Sir Edmund Hillary ile anılması gibi, Batı medeniyetinin ilerlemeci, hatta agresif diyebileceğimiz tarzı tüm dünyaya böyle imzalar atmasına imkân verir. Oysa filminde Ay'ı kişileştiren Méliès gibi, bölge halkının Everest Dağı'nı kişileştirerek ona Chomolungma (Tibet dilinde Dağların/Rüzgârların Kutsal Anası) ismini verdiğini biliyoruz. 29 Mayıs'ta zirveye çıkan Hillary'nin yanında bir dağcı daha olduğunu da. Evet, Himalayaların yerli halkı Şerpalardan bir dağcı rehber olan Tenzing Norgay zirveye çıkışın iki ortağından biridir. Şerpa halkı kanlarındaki hemoglobin fazlalığı dolayısıyla 8000 metre gibi yüksekliklerde bile nefes almakta problem yaşamayan, üstünde yaşadıkları sıradağlarla bütünleşmiş bir özel topluluk. Kar Leoparı ünvanlı milli gururumuz Nasuh Mahruki de 1995'teki Everest tırmanışından bahsederken Şerpalara atıf ve teşekkürü borç biliyor.
Zirveye tırmanmak kadar, inmesini ve bu tecrübeyle hayatı yaşamasını da bilmek gerekiyor. Yine çoğu insanın bilegeldiği ve Edmund Hillary'ya atfedilen şu sözü hatırlatırken:
Fethettiğimiz dağ değil, kendimizdir.
Yanına, Everest tırmanışında kendisinin eşiti olan ve bir noktada Hillary'nin hayatını kurtardığı için zirveye çıkışın asıl kahramanı diyebileceğimiz Tenzing Norgay'dan bir alıntıyla yazıya son vermesek olmaz:
Dağıma tırmandım, ama hâlâ hayatımı yaşamalıyım.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Cannes Film Festivali’nden yola çıkıp Salvador Allende’ye varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz. Ayrıca, beşli çağrışım isteklerinizi yorum olarak bırakabilirsiniz.
Cannes Film Festivali her yıl mayıs ayında düzenlenen, dünyanın en prestijli film festivalidir. 2025 için festival 24 Mayıs’ta tamamlandı, haberlerini her yerde okursunuz.
Festivalin en büyük ödülü olan Palme D’Or / Altın Palmiye’yi şu ana kadar kazanan iki Türk filmi oldu. En yakın tarihli olanı 2014’te Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği “Kış Uykusu”, daha eski tarihli olan diğeri ise 1982’de Şerif Gören’in (Yılmaz Güney’in direktifleriyle) yönettiği “Yol” filmidir.
1982’de Altın Palmiye ödülü iki yapıma birden layık görüldü. “Yol” dışındaki diğer film Costa Gavras’ın “Missing” filmiydi. Büyük ödülün Türkiye ve Yunanistan’dan iki film arasında paylaştırılmasını, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünün 12 Eylül sonrası Türkiye tarafından onaylanmasının ödülü, yani bir nevi kültürel diplomasi olarak yorumlayanlar da var.
“Missing”, Eylül 1973’te Şili’deki askeri darbede kaybolan bir Amerikalı gazeteciyi bulmaya çalışan eşi (Sissy Spacek) ve babası (Jack Lemmon) hakkında harika bir politik gerilimdi.
Şili’de General Pinochet tarafından yapılan askeri darbeye direnirken öldürülen Salvador Allende, dünyada demokratik bir seçimde halkın oylarıyla iktidara gelen ilk anti-kapitalist lider olma özelliğini taşıyordu.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Zorba
1964’te film uyarlaması gösterime girdiğinde, büyük ölçüde başrolündeki iki Oscar ödüllü dev aktör Anthony Quinn’in müthiş oyunculuğu sayesinde dünyada iyice tanınır hale gelen Zorba romanı, kitaba adını da veren Alexis Zorba karakterinin şahsında insanlık durumunu isimsiz anlatıcımızın gözünden etraflıca inceliyor. Girit doğumlu yazar Nikos Kazancakis, Dante’nin İlahi Komedya’sı ve Buda’nın öğretisi gibi yazılı metinlerde kendini arayarak memleketine dönen (bir anlamda çıktığı toprağa yabancılayan) anlatıcısını, Kuzey Makedonyalı bir yabancıyla hayat ortağı ediyor. Romanda Madam Hortense karakteri hem kitaptaki tabirle “Frenk” olmasıyla bir yabancı, hem de 1897-1898 Osmanlı-Yunan Savaşı sonrası Avrupalı devletlerin işgali sonucu uluslararası kontrol altına giren ve Lozan’da karara bağlanan mübadeleye kadar oranın yerlisi Türklere karşı şiddetli bir mezalime sahne olmuş Akdeniz adası Girit’in ölmekte olan kozmopolitliğinin metaforu biçiminde bir eski zaman romantizmi. Kitapta bazı şiddet sahneleri var, okuyucuyu uyarmak gerekiyor, ancak Kazancakis şiddet yanlısı biri değil. Milliyetçi olmadığı, hatta sosyalizme yakın durduğu söylense de örneğin 1946-1949 Yunanistan İç Savaşı’nda da açıkça komünist cepheye taraf olmaktan ziyade savaşın kendisine karşı fikir beyan eden bir anti-militarist. Başkarakteri Alexis Zorba da buna paralel olarak, Balkan Savaşı’nda Bulgarlarla savaşırken vicdanıyla çok defa yüzleşmek zorunda kalmış biri. Yaşamın spontaneliğine ve özgürlüğe önem veriyor. Ne nihilist ne hedonist ne de natüralist, ancak hepsinden bir şeyler almış özgün bir anti-kahraman. Kazancakis’in mezar taşındaki yazı Zorba’ya da uygun düşüyor:
Hiçbir beklentim yok. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm.
Okunmaya değer bir klasik, öneriyorum.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Terrestrial Verses
1979’da Pehlevi Hanedanı’nın devrilip yerine İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması sonucu ülke büyük bir sosyal, sınıfsal, kültürel ve ekonomik değişim yaşarken, her şey gibi dönüşen ancak kalitesini bozmayan bir çınar kaldı: Sinema. 1960 ve 70’leri kapsayan İran Yeni Dalgası akımı, yerini Devrim Sonrası Sineması’na bıraktı. Mohsen Makhmalbaf, Majid Majidi ve pek tabii ki dünya sineması için 21. yüzyılın Dardenne Kardeşler ve Nuri Bilge Ceylan’la birlikte en büyük yönetmenlerinden biri sayılan Asghar Fahradi’yi buradan anmadan olmaz. Ancak bu sayıda bahsedeceğim filmimizin havası daha çok İran sinemasını dünyaya tanıtan 2016’da kaybettiğimiz büyük yönetmen Abbas Kiarostami’nin filmlerini andırıyor. 2023 tarihli Terrestrial Verses’ın yönetmenleri Ali Asgari ve Alireza Khatami usta sinemacıdan etkilenmelerini zaten gizlemiyorlar. İzleyince özellikle Kiarostami’nin bir arabanın içinde minimalist kamera hareketleri eşliğinde diyaloglar şeklinde geçen ve başkarakteri İranlı kadın bir sürücü olan Ten filmine benzettim. Bu filmde de kamera hep sabit ve adeta bir kitabı süsleyen vinyetler gibi, her biri farklı bir özgürlük ihlalini ele alarak tasarlanmış birçok kısa filmi peş peşe izliyoruz. Çocuğuna istediği ismi koyamayan babadan, mezuniyetine kırmızı renk giyemeyen küçük kıza, bedenine yaptırdığı dövmeden, çizgi film zevklerine, evinin mahremiyetinin kamusal alan sayılıp sayılmayacağından, yaratım sürecinde en basit sahnede bile onay alması gereken senariste kadar özgürlüğün türlü şekillerde tehdit altında kaldığı, ayakları yere basan hikâyecikler bunlar. Film her şeye rağmen trajediden ziyade komediye yakın. İmkânsızlıkların arasında mizahı bulabilen, adeta durumdan vazife çıkaran bir yapım. Çok kısa ekran süresiyle (77 dakika), muhtemelen az olan vaktinizi güzel değerlendirebileceğiniz bu hap gibi filmi TV+ üzerinden seyredebilirsiniz.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Zorba kitabını ilk gençlik yıllarımda okuyup sonrasında film uyarlamasını da izlemiştim. Belki gençlik yüzünden kitabın hakkını tam veremeyişim veya Anthony Quinn' in müthiş performansı yüzünden film uyarlaması daha çok etkilemişti beni. Anthony Quinn bu filmle Oscar alamadı(bence almalıymış) çünkü Sidney Poitier, En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazanan ilk Afrikalı Amerikalı oldu :) Quinn' in şansızlığı:( Kitabını da yıllar sonra sayende açtım. 1970 basımı, Ahmet Angın çevirisi. Hortense, Ortans diye çevrilmiş:)
Teşekkürler pazar günümüze renk kattınız. Jules Verne' in kitabı bana Hugo filmini çağrıştırdı. Film bir masal tadında. Hugo isimli çocuk kendi varolma mücadelesi içindeyken, herşeye küsmüş ve bir kenara çekilmiş sinemanın ilk yönetmenlerinden olan Georges Melies i bize tanıtıyor. Filmde ilk sinema filminin Melies in ilk filmi Ay' a Seyahat i izliyor izleyici Hugo ile birlikte.