Kendimce Düşünceler - 36: Drama Üçgeni
Mor ve Ötesi, Tepedeki Çimenlik ve bir ihtimalin ölümü üzerine. 💜 Bayram -> Rastafari. 👑 Oku: "Sinek Isırıklarının Müellifi - Barış Bıçakçı" 📚 İzle: "Prens - Altınok & Özdoğan"🎬
Başlarken
Diyetisyenler ofislerini neden tatlıcıların üst katına açar?
Hayatın gizemli bir sırrını vermiş değilim tabii ama şu ana kadar fark etmediyseniz Google haritalarda yapacağınız kısa bir aramayla beslenme uzmanları ve pastaneler arasındaki korelasyonu tespit edebilir, hatta size en yakın olay mahaline intikal edip birer kazandibi yiyebilirsiniz. Şimdi, bu soruyu sesli sorunca hemen linç kaslarımız çalışmaya başlıyor ve aklımıza, Kemal Sunal’ın başrol oynadığı Garip filminde kızı mahallenin pencerelerini taşladıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi “Camcı!” diye seslenerek oradan geçen baba geliyor. Hot dog severlerin tek yürek olduğu Amerika’da sosis paketlerinin onlu, sandviç ekmeklerinin sekizli satılması noktasından bir pazarlama numarası olduğunu da zannetmediğim ilk cümledeki sorumun cevabı, bence şu sorunun cevabıyla aynı: İnsanları kurtarmayı neden severiz?
Chuck Palahniuk’un “Choke / Tıkanma” kitabında başkarakter Victor Mancini, hayatını restoranlarda yutamayacağı kadar büyük lokmalarla yemek yiyip boğulma tehlikesi yaşayarak kazanır. Restoran müşterilerinden kendisini kurtaran kişi (henüz ölmediğine göre illaki birisi kurtarır), Victor’un da acındırmasıyla ömrü boyunca onu arayıp sorar, kart atar ve para gönderir. Kitaptan alıntılamak gerekirse:
Biri hayatınızı kurtardığında sizi sonsuza dek sevecektir. Şu eski Çin geleneğini bilirsiniz. Hayatınızı kurtaran kişi, sonsuza kadar hayatınızdan sorumlu olur. Artık onların çocuğu gibi olursunuz.
Psikiyatrist Stephen Karpman’ın 1968’te ortaya attığı, kendi ismiyle anılan Karpman Drama Üçgeni teorisine göre, insanlar çoğu zaman kendilerini her bir köşesi ayrı bir rolü temsil eden bir üçgenin içinde bulur. Bu roller, insanları suçlayan ve eziyet eden Zalim, kendini mağdur ve çaresiz hisseden Kurban ile mağdur olan role yardımcı olan, ancak tabiri caizse balık verip balık tutmayı öğretmeyen ve kendine bağımlı hale getiren Kurtarıcı olarak isimlendirilir. Bu teoriyi ilk defa duyan insanlar genelde kurtarıcı rolünün neden bu dramanın köşelerinden birinde yer aldığını anlayamazlar. Nedeni aslında basit. Çünkü kurtarıcı, kurbanda bir değişiklik göremedikçe zalimleşir.
Danışmanlık vermekle yükümlü olan herhangi bir meslekten birinin, danışanında hararetle dert aradığı, dertsiz başına dert açmasına ramak kaldığı bir sahneye şahit olduysanız ne demek istediğimi anlarsınız. Kurtarıcı rolüne soyunduysanız elinizin altında kurban rolünde birilerinin olması gerekir, ki girdiğiniz rolün bir anlamı olsun. “Kendimizi korumak için ne yapabiliriz?” diyebilirsiniz. İnsanların size yardım ettiği kadar siz de kendinize yardım edin. Yani beslenme programını alın, tartılın, sevinin ve kutlamayı alt kattaki tatlıcıda yapmayıverin. Bu kısır üçgeni kırma yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Biraz Şans ve Bir Bisiklet
Mor ve Ötesi'nin Saygı1 konser kaydını dinlerseniz grubun tarihçesine hoş bir bakış atarsınız. "MVÖ'nün tribute albümü mü olur?" demeyin, 1995'te kurulmuşlar, dile kolay 30 yıl olmuş. Grup üyeleri henüz 18 yaşındaymış. Özoğuz Kardeşler'in 11 yaşındayken başlattığı Athena 2 yıl sonra 40. sanat yılını kutlayacak. "Erken kalkan yol alır," diyebiliriz. Paranın Psikolojisi kitabında yazar Morgan Housel de Warren Buffet için aynı örneği veriyor. Senelik ve oransal olarak daha fazla kazanan finansçılar olmasına rağmen, Buffet çocuk yaşta yatırım yapmaya başladığı için hepsinden daha büyük bir servete sahip. Asıl ilginç olan ise, en majör atılımını ancak büyük sayılar prensibiyle açıklayabileceğimiz şekilde, 80 yaşından sonra yapabilmesi. Kuyumculuk mesleğini icra edenlerden duyabileceğiniz, "ne erken açın ne geç kapayın" prensibi bu örnekte tam tersine işliyor. Erken açın, geç kapayın, püriten ahlaktan uzak durun (paradoksa buyurun).
Bisiklet
Mor ve Ötesi'nin en sevdiğim albümü 2010 tarihli Masumiyetin Ziyan Olmaz. Albümün kapanış şarkısı Bisiklet ise hasbelkader en sevdiğim klipleri. 5 dakikanız varsa izlemenizi öneririm:
Şarkının kısa nakaratı şöyle:
Bas pedala bak gökyüzüne
Seni bekleyen başka bir adam var
Şimdi bu sözler hep bitmiş bir aşkın kabullenmesi gibi yorumlanır, ancak bana tam öyle gelmiyor. Klibinin başlangıcındaki Back to the Future / Geleceğe Dönüş göndermesi gibi, şarkının konusu bence zaman ve zamanın en sevdiği arkadaşı olan, ölüm. Daha önce demiştik ya, ölüm yaşamın zıddı değil bir parçası diye. İşte buradaki bisiklet de, metafor olarak yalnızca bir ihtimalin ölümü.
Tavuk Musun McFly?
Back to the Future'ın sonunda Marty McFly zaman yolculuğu yaparak geldiği 1955 yılında, anne ve babasının sevgili olacağı baloda Earth Angel şarkısını çalarken yok olan ellerini gizlediğinde de, aslında ölen şey yalnızca bir ihtimaldir. Bu klasik parçayı bir de Dead Cab for Cutie'den dinleyin:
Ne zamanki babası George McFly, artık tavuk olmadığını gösterir ve serinin baş kötüsü Biff Tannen'a sağlam bir kroşe geçirir, işte o zaman Marty'nin vücut bütünlüğü yerine gelir.
Tepedeki Çimenlik
Bisiklet şarkısında gökyüzüne çıkmaları aklıma nedense hep din mitolojilerindeki Aden Bahçesi'ni getirir. Oralarda hep bir çimenlik vardır ve bu pastoral vizyon birçok şarkıya da konu olmuştur. Bulutsuzluk Özlemi'nin Tepedeki Çimenlik'i, The Beatles'ın Strawberry Fields Forever'ı, Demons & Wizards'ın Fiddler On The Green'i, The Outlaws'un Green Grass and High Tides'ı ilk aklıma gelenler. Sevginin hüküm sürdüğü bu realite zihnimize hep iyi gelir, hep umutlu. Buraya varma aracımız ise (DeLorean diyenleri saygı ile selamlayarak) şarkıda "biraz şans ve bir bisiklet" sözleriyle geçen, aslında anlamlı olma ihtimali bulunan bir yaşam sürmek. "Bizi bekleyen o başka adam" ise Yunus Emre'nin "bir ben vardır bende, benden içeri" dediği o içerideki ben, başkası değil.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Kurban Bayramı’ndan yola çıkıp Rastafaryanizm’e varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz. Ayrıca, beşli çağrışım önerilerinizi yorum olarak bırakabilirsiniz.
Bayramınız kutlu olsun. Kurban Bayramı her yıl hicri takvime göre zilhicce ayının 10. günü, hac ibadetinin doğrudan devamı niteliğinde kutlanır.
Zilhicce zaten birebir karşılık olarak “hac yapılan ay” anlamına gelir. İslamiyet öncesinden beri Mekke şehrindeki Kabe’ye yılın bu zamanlarında ziyaret gerçekleşirdi.
Müslümanlar M.S. 622 yılında Medine’ye hicret etti ve 628’de paganlarla imzaladıkları Hudeybiye antlaşmasına kadar hac ziyareti yapamadılar. Hz. Muhammed vefatı esnasında Medine’deydi ve kabri de oradadır (Falih Rıfkı Atay’ın dünya harbi esnasında Filistin cephesinde Cemal Paşa’nın yaverliğini yaptığı dönemde kabre yaptığı ziyareti Zeytindağı kitabından okumanızı öneririm).
Ortaöğrenimden hatırlamayabilirsiniz ancak aslında Medine’den önce ilk hicret 613 yılında Habeşistan’daki (bugünkü Etiyopya) Aksum Krallığı’na yapılmıştı. Kutsal kitaplarda geçen Saba Melikesi Belkıs’ın da Etiyopya’nın ilk imparatoru 1. Menelik’in annesi olduğu rivayet edilir (milattan çok yüzyıl önce).
Son Etiyopya imparatoru Haile Selassie 1930’da taç giydiğinde, Pan-Afrikanizm düşüncesinin de etkisiyle dünyanın öbür ucu Jamaika’da Rastafaryanizm isimli bir dini akım baş gösterdi. İsmi, Selassie’nin taç giymeden önceki adı olan Ras Tafari’den ileri gelen bu inanış, Selassie’yi siyahilerin birleşip kurtulmasına öncülük edecek Mesih olarak görür.

Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Sinek Isırıklarının Müellifi
Yıllar önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabını okuyup çok sevdiğim (erken kaybettiğimiz Seyfi Teoman’ın yönettiği aynı adlı sinema uyarlamasıyla hatırlayıp ayrıca hazzettiğim), Türk edebiyatının özgün kalemlerinden Barış Bıçakçı’nın bu okuduğum beşinci kitabı. Bıçakçı’nın biçimini veciz ve yalın olarak tanımlayabilirim. Baharda Yine Geliriz minik hikâye parçacıklarıydı, Aramızdaki En Kısa Mesafe olay örgüsünden bağımsız çocukluk anıları, Seyrek Yağmur ise bir lüzumsuz adamın uyanık saatleri olarak tanımlanabilir. İlk okuduğum romanının tadını bir türlü alamadıktan ancak ısrarla okumaya devam ettikten sonra, nihayet Sinek Isırıklarının Müellifi, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay geleneğinden gelen bir “yazar” kitabı olarak kendini sevdirdi. Zaten kitabın adında geçen müellif de kelime anlamı olarak “yazar” demektir. Bu romana, yazarın adı konulmamış yazarlık atölyesi bile diyebiliriz. İlham kaynaklarını doğrudan listelemesi cesur, yazarlara göndermelerini esirgememesi saygılı. Toplu konutları mekân olarak seçmek suretiyle anlattığı çiftin öyküsü, işten ayrılıp aylaklık ederek yazmaya başlayan başkarakter Cemil ve doğaya aşık doktor eşi Nazlı, bana Tehlikeli Oyunlar’ın başkarakterleri Hikmet ve Sevgi’yi çağrıştırdı. Cemil’in yazarlıkla ilgili beylik söylemleri Oyunlarla Yaşayanlar’ın Coşkun’unu… Yusuf Atılgan’a sıkça yaptığı atıflar ve Cemil’in bastırılmış azgınlığı Anayurt Oteli’nin Zebercet’ini… Tanıdık temaları ile keşke daha uzun yazsa da okusak diyebileceğim yazarın bu romanını gönül rahatlığıyla öneririm.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Prens
Bir BluTV yapımı olan tarihi hiciv Prens, sayıca az ama kalite düzeyi yüksek bölümlerine Max platformunda üçüncü sezonuyla devam ediyor. Giray Altınok’un ortağı Kerem Özdoğan ile yazıp oynadığı zekâ dolu işlerden bence en farklısı. Türk sinema ve dizi sektörü tarihi komedi türüne yabancı değil. Ancak Kahpe Bizans gibi örneklerini gördüğümüz tarihi komediler genellikle Amerikan tarzı, Mel Brooks ekolü (En meşhur filmlerinin yanında History of the World, Robin Hood: Men in Tights gibi bu türde örnekler de çekmişti usta), yani tarihi filmleri bir tür olarak ele alıp bunun komedisini yapmak üzerine kurulu. Mel Brooks bunu örneğin western türü için Blazing Saddles’ta, korku türü için Young Frankenstein’da veya gerilim türü için High Anxiety’de başarıyla yaptı zaten. Prens bence bu anlamda Avrupalı örneklere daha çok benziyor. En bariz ilham kaynağı tabii ki Monty Python filmleri, Holy Grail ve Life of Brian. Daha yakın tarihli ilham kaynağının ise Netflix yapımı Norsemen olduğunu düşünüyorum. Kelli felli konuları yeri geldiğinde iyice absürtleşen mizah dozuyla anlatan, ancak tür olarak incelemeyen, yani hikâye anlatan yapımlar bunlar. The Lord of the Rings, Game of Thrones gibi en meşhur fantastik maceraların da görselleştiğini düşünürsek tüm kadronun bu konuda yararlanabileceği çok fazla görsel materyal var, oyuncuların da ayrı ayrı rollerini ciddiye aldıklarını söylemek lazım. Yani karakter isimleriyle konuşmak gerekirse Kalesh gerçekten kalleş, Hasharia haşarı, Thenio azıcık denyo ve Prens Vahşi Kelebek tam olarak size ne çağrıştırıyorsa o. Farklı işlere devam diyerek öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin, mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz, bu defa aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Geleceğe Dönüş filminin serisini severek izlemiş liseli genç bir kız olduğum zamanlar ve Michael C.Fox hayranlığımı hatırlayıp gülümsedim yazınız sayesinde.
.....
Zeytindağı kitabında geçen Medine hatırasını okumuştum. Duygudan yoksun bir anlatım olduğunu düşünmüştüm. Okurken bizim orada ne işimiz var diyor insan. ( Bazen F.Rıfkı Atay' ın kendinden başkasını beğenmediğini düşürüm☺️)Oysa Ali Fuad Erden Paşa anılarında Medine den nasıl çıkıldığı, Kumandan Fahreddin Paşa' nın ve askerlerimizin açlıkla mücadele ederken çekirge yiyerek Medine' yi son ana kadar nasıl savunduğunu anlatır. Bazı Avrupalı yazarların da bizi yani Osmanlı ziyaretlerinde yaptıkları betimlemelere benziyor F. Rıfkı Atay' ın betimlemeleri de. Mesela Rumen yazar Panait İstrati nin Akdeniz isimli romanında geçer o küçümser bakış. Oysa Pierre Loti ne güzel ve hakikatli anlatır İstanbul' u Bursa'yı.