Kendimce Düşünceler - 40: Theseus'un Gemisi
Çocukluk rüyaları ve hayat üzerine geçmişten bir deneme. 🧒 Liverpool -> Erkin Koray. 🎸 Oku: "Uzay Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey - Becky Smethurst" 📚 İzle: "Boy - Taika Waititi" 🎬
Başlarken
Bir nesnenin bütün parçaları zaman içinde birer birer değiştiğinde, o nesne hâlâ aynı nesne midir?
Herhalde bu soruya cevap vermeden önce, “Bir nesne parçalarının bütününden mi ibarettir?” sorusuna cevap vermek gerekir. Hiromu Arakawa imzalı manga serisi Full Metal Alchemist’te (çok güzel iki ayrı anime uyarlaması da mevcut), simya ile uğraşan başkarakterler Edward ve Alphonse Elric kardeşler, bir insan vücudunu oluşturan su, karbon, amonyak, kalsiyum, fosfor gibi tüm bileşenleri doğru oranda bir araya getirerek kaybettikleri bir insanı tekrar oluşturmaya çalışırlar. Tabii manga evrenindeki bu yasaklı simya korkunç bir biçimde geri teper. Belli ki insan sadece et ve kemikten oluşmuyor, doğru mu?
Peki bir nesne, parçalarından tam anlamıyla bağımsız mıdır? Taraftarı olduğunuz futbol takımı mesela. Tüm oyuncuları değişse de herhalde takımı tutmaya devam edersiniz. Çünkü değişmeyen bazı nosyonlar vardır, kulübün flaması, stadyumun atmosferi, bunca yıllık tezahüratları gibi. Veya sezonlardır izlediğiniz bir diziyi düşünün. İlk sezonun konusu ve başrolleriyle ilerleyen sezonların alakası kalmamış. Yine de jeneriği benzerdir. Işığı, dekoru, size hissettirdiklerinin hatırası fazlaca değişmez. Yani kültür aynı kaldıktan sonra parçaların değişimi bizi çok etkilemez değil mi? Peki kültür de değiştiyse? Yaşadığınız kentin sosyokültürel yapısının çocukluğunuzdan beri ne kadar farklılaştığını düşünün. Attilâ İlhan unutulmaz şiiri Ben Sana Mecburum’da ne güzel söyler:
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Theseus, mitolojide Perseus ve Herkül gibi meşhur kahramanlardan biri. Girit’te Minotor’u alt ettikten sonra gemisiyle Delos adasına gider. İlk çağ tarihçi ve filozofu Plütark, Theseus ve Roma’nın kurucusu sayılan Romulus’u karşılaştırdığı Vitae Parallelae isimli eserinde, Atinalıların Theseus’un ölümünden sonra da gemisini koruduklarını ve bu gemiyi kullanarak Apollon festivali için Delos adasını her yıl ziyaret ettiklerini anlatır. Geminin parçaları eskidikçe yenisiyle değişir, kalasları, kürekleri, halatları, gövdesi sürekli değişime uğrar. Plütark günümüze kadar Theseus’un Gemisi Paradoksu adıyla gelecek olan en başta sorduğum soruyu sorar. İşin sonunda bu kadar değişikliğe uğramasına rağmen, gemi aynı gemi midir?
Adı üstünde paradoks olan bu sorunun tek doğru cevabı yok. Ancak yapay zekânın iyice gelişeceği gelecek dönemde bu paradoksa dönüp bakmamız gerekeceği de kesin. Çünkü insan bedeninin ve zihninin birebir kopyası olan dijital ikizler, sibernetik biliminin ilerlemesi sonucu parça parça sentetik implant alternatifleriyle değiştirilebilecek organlar, insan-makine arayüzünün belirsizleşmesi sonucu bilincin dijital ortama yüklenebilmesi gibi potansiyel senaryolar bilim kurguların sularından çıkıp hızla gerçek dünyaya doğru harekete geçmiş vaziyette. Bütün bunlar olurken onulmaz bir kimlik bunalımı yaşamamak adına, kendimize belirli çapalar edinmemiz gerekiyor. Birilerinin bizim varlığımıza, Hayy’dan gelip Hû’ya giderken toprağa saldığımız köklere şahitlik etmesi aradığımız çapa olabilir. Ormanlarımızın yanışını gözyaşlarıyla izlerken, insanoğlunun binlerce yıllık şahidi olan ağaçların ve doğanın yasını tutmamızın bir gerekçesi de bu.
Değişim ve dönüşüm yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum. Bu sayıya özel olarak, bundan 15 yıl önce yine blogumda yayınladığım bir yazıyı paylaşmak istedim. Tekrar okuyunca fark ettim ki, insanın anlatım tarzı yıllar geçtikçe evriliyor. 15 yıl önceki benden size selam.
Geçmişinin İmgeleri Çizgeleri Boyladı
Çocukluk hayallerime, bazen otobüs camından geçen bir gri duvar, bazen son sayfası içten veda satırları içeren bir defter, bazen eski komşuların kapısından gelen kokuyu bambaşka nesnelerde duyumsamak (çiçekyağlıkarışıkkızartma yeşilzeytinyağlısabunla yıkanmış gibi) formunda rastlarım. Yüksek eşyaların üstünden fotoğraf albümlerini indiririm, gözlerim aynı bakmaktadır. Tuhaf, belki en çok albümü de çocukken karıştırmışımdır. O, bir noktada sararması kesin yapraklar, dinlediğim afacanlık öyküleriyle birleşerek hafızamın sıradanlık arzusunu doyurur. Bir çeşit anti-egodur bu, anlatılmış hatıralar, küçüklü büyüklü tüm travmaları ezberine kazımayı görev edinmiş hücrelerimi zararsızca uyuşturarak teskin eder. On yaşında aklımdan geçenler naif görülebilir; oysa detayların çokluğu, sınırlı bilginin nefes alan bir ada gibi genleşip daralmasından doğan matematiksel kesinlik (modern bilimin övünç kaynağı, bu limitlerin gözbağı mıdır?), henüz bir şey yaşamamanın verdiği özgüven, yetişkin beni çırılçıplak, savunmasız bırakıverir. İnsan gizliden gizliye, kendi çocukluğunun bir gün karşısına dikilip hesap sormasından korkar:
Ç: Her şeyi planlamıştım, zaman da boldu, nasıl başaramadın?
Y: Hayat gailesi.
Yetişkin hayallerim çok yüzlüdür. Sahip olduklarım, getirdiklerim, tecrübe ettiklerim, en çok da tercih ettiklerim bir beherglasta kristalize edilir, odak noktasından zamanın ışığı geçince, ortaya sayısız geleceklerimin huzmeleri dökülür. Pek azı mümkün olacaktır. Aynı noktadan geçebilecek doğruların sınırsızlığı yine şaşırtıcıdır. Bu sırada, uzakta ve yakında çocuk ben bana bakmaktadır. Göz göze geldiğimizde yapılacak yanlışlardan bazıları:
1) Göz kaçırmak (kaçabilirsin ama saklanamazsın)
2) Küçük görmek- çünkü artık daha çok şeyi anlayabiliyorum (oysa fark edip bir şey yapmamak daha vahimdir)
3) Geriye dönüp kollarına atlamak- duyguları birbirine girmiş sarhoşlar gibi olabilirim (özledin belki, ne var ki hep ileri gitmelisin)
Uykudan önce yeterince gücüm varsa, düşüncelerimi geriye sarmaca oynarım. Oraya nereden geldim, gelirken neleri gördüm, hatırlamak zor olmaz. Tekrar ileriye doğru akarken, herhangi bir düğümdeki başka bir fikre çengel atarsam, iki çocuk düşünce içeren bir ağacım olur. Ağacım zıt yönlerde dallanırken, bu defa ters yönde araya bir çengel atarsam, iki farklı yolu birbirine bağlamış olurum. Bu çengelleri çoğaltarak böyle n tane daha yol açsam, sonra da geriye sarmayı denesem... Nereden gelmiştim? Geçerken neleri görmüştüm? Nereye gidiyordum? Yolu bulmamın tek yolu, olduğum yerde yükselmektir. Rüyaya dalarım. Gerçeğe yaklaşmak için düşlere uzanacağımı, öteyi hatırlamak için beriyi unutacağımı öğrenerek gülümserim.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Liverpool’dan yola çıkıp Erkin Koray’a varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz.
Not: Bülten aboneleri beşli çağrışım önerilerini chat üzerinden bırakabilir. Önerisi bültende yer alan aboneye atıfta bulunarak teşekkür edeceğim.
6 Temmuz 1957 müzik tarihi açısından önemli bir gündü, çünkü Woolton, Liverpool’daki St. Peter’s Church için düzenlenen bir kilise panayırında 16 yaşındaki John Lennon ve 15 yaşındaki Paul McCartney ilk defa tanışacaktı.
Lennon burada görüp yeteneğinden etkilendiği McCartney’i kurduğu müzik grubu olan Quarrymen’e davet edecekti. Müzik grubunuzda dahi bir müzisyen olmasından daha iyi bir şey varsa, o da iki dahi müzisyen olmasıdır.
Başlangıçta tarzını skiffle (caz ve folk karışımı bir tür) olarak seçen Quarrymen, rock’n roll’a kayarak 1960’tan itibaren yoluna The Beatles olarak devam edecekti. George Harrison bu tarihten önce aralarına katılmıştı ancak Ringo Starr’ın gelmesi 1962’yi bulur.
The Beatles furyası dünyayı kasıp kavururken yapımcılar boş durmayıp hemen bunu bir uzun metrajlı filmle taçlandırdılar. 1964 tarihli ve yönetmen Richard Lester imzalı A Hard Day’s Night, grubun en büyük hitlerinden biriyle aynı ismi taşıyordu (Spice Girls için 1997’de çekilen Spice World filmiyle karşılaştırınca bu film başyapıt gibi duruyor).
The Beatles 1970’te dağıldıktan sonra (kimileri grubun dağılmasını Lennon’ın 1969’da Japon kavramsal sanatçı Yoko Ono ile evlenmesiyle ilişkilendirir), John Lennon solo kariyerine daha politik bir söylemle devam etti. Güzel bir anekdot olarak, Lennon 1971’de Cannes Film Festivali dolayısıyla Fransa’ya gittiğinde, o sırada Avrupa’da bulunan Türk rock müziğinin babası Erkin Koray’la bir araya gelmişti.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Uzay Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey
Siz de yıllarca her ay evine Bilim ve Teknik dergisi giren şanslı kuşaktansanız, o zaman Tübitak'ın öncülük ettiği popüler bilim kitaplarına eskiden beri meraklı olmalısınız. Bilim ve teknolojinin böyle ilerlediği bir devirde, coğrafyamızda bu kitapların artık pek rağbet görmemesi bence ironik. Uzay Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey kitabının yazarı Rebecca Smethurst ya da Youtube kanalının ismiyle Dr. Becky, Oxford Üniversitesi'nde kara delikler üzerinde çalışma yürüten, astrofizik doktoralı bir akademisyen. 10 Things You Should Know serisinden bu kısa kitap, tam bir popüler bilim yayını. Uzun yıllar önce Carl Sagan, son 20 yıldır da Neil deGrasse Tyson'ın yapmaya çalıştığı, astrofizik kavramlarını konuya vakıf olmayan insanların da fikir sahibi olacağı düzeyde basit anlatma yolculuğunun belki de en yalın ayağı. Zira Dr. Becky bu kitap yayınlandığında sadece 29 yaşında ve Spice Girls'ten, Mean Girls filminden ya da Edgar Allen Poe'dan örnekler vererek yazım dilini banalleştirmeden insanlaştırabiliyor. deGrasse Tyson'ın Acelesi Olanlar İçin Astrofizik kitabını sevdiyseniz, bu kitabı da kesinlikle seversiniz. Yalnızca temel kavramları hatırlamak için bile okunabilir. Özellikle süper kütleli kara deliklerin oluşumu ile ilgili bölüm ise bir sürü öğretici bilgiyle dolu. Öneririm.

İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Boy
Jane Campion ve Peter Jackson ile birlikte Yeni Zelanda’dan çıkan en ünlü yönetmen herhalde Taika Waititi. Muhteşem Thor: Ragnarok filmiyle Marvel Sinematik Evreni’ne bomba gibi düşen, Jojo Rabbit filmiyle ise senaryo dalında Oscar ödülüyle (aynı zamanda da soundtrack derlemesi dalında Grammy ödülüyle) taçlandırılmış çok farklı bir II. Dünya Savaşı filmine imza atan sinemacı, filmlerinde çoğunlukla yönetmen, senarist ve aktör şapkalarını birlikte takıyor. Waititi için nüktedanlık olmazsa olmaz bir değer, bu çok belli. 2010 tarihli Boy filmi yönetmenin ikinci uzun metrajı ve Sundance Film Festivali’nde gösterilerek uluslararası sinema dünyası tarafından ilk defa tanınmasını sağlayan yapım. Film, temasına göre dramanın ya da komedinin bir alt janrı olabilen büyüme/ergenlik türünde. Stand By Me, Cinema Paradiso, City of God, Spirited Away veya yine Waititi’nin filmi olan başta belirttiğim Jojo Rabbit gibi o kadar farklı tarz ve tonda örneği var ki bu janrın… Sanatçıların yaratım sürecinde dönüp kurcaladığı zaman dilimi genellikle kendi ilk gençlikleri oluyor, janr belki de bu sebeple bu kadar popüler. Boy ya da ülkemizde gösterildiği ismiyle Delikanlı, 1984’te Yeni Zelanda’nın kırsalında geçiyor. Büyükannesi, kuzenleri ve kardeşi Rocky’yle yaşayan 11 yaşındaki Boy (esas ismi Alamein), uzun zamandır görmediği ve hayallerinde idealize ettiği babası geri döndüğünde (babasının da ismi Alamein, yönetmen bu rolü kendisi oynamış), onu beklediğinden çok farklı buluyor. Filmin metaforik anlatımı beklenmedik ölçüde güçlü. Bana ton olarak değil ama tema açısından Andrey Zvyagintsev’in 2003 tarihli modern klasiği Dönüş’ü çağrıştırdı. Büyüme eksenindeki hayal kırıklığı etkileyiciydi. Waititi sonradan farklı anlatım biçimleri denese de özünde minimalist bir yönetmen. Boy filmi de asgari kamera hareketi, sınırlı mekân ve sayılı karakterleri ile tematik anlamda minimalist bir örnek. Jared Hess’in ilk filmi Napoleon Dynamite’ın banliyö sıkkınlığı, her ne kadar o denli stilize olmasa da Wes Anderson filmlerinin kamera tekniği ve Alexander Payne sinemasının duygusal derinliği filmin bence ilham kaynakları. En sondaki Thriller ve Yeni Zelanda’nın yerel haka dansı kırması hayal/dans sekansı ise sinema tarihinde kendine mütevazı da olsa bir yer bulmuş olabilir. Filmi MUBI’den izleyebilirsiniz. Öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine (❤️) tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin (💬), mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz restack butonunu kullanarak (🔁) ve aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Not: Bu hafta
dergisinde Profesyonel Hayata Hazırlık - 1 isimli bir yazıyla ben de yer aldım. İş hayatından önce, üniversite ve bölüm tercih süreci, staj yeri bulma ve mentorluk alma ile ilgili öneriler vermek istedim. Okumak isterseniz aşağıda paylaşıyorum.
Kavanozdaki adam ı hatırladım sanki. Beyin nakli oluyordu değil mi? Çocuktum o zaman ürkmüştüm. Benim başıma da geleceğini zannetmiş olmalıyım. Ne sancılı bir diziydi. Sanırım onun için unutmuş olmalıyım. Siz söyleyene dek hatırlamıyordum. Orada parça bütüne hükmetmeye çalışıyordu.
Bu arada çigdem çitleme metaforuna bayıldım ☺️ benimde kullanmam lazım. Yazıyorum bir kenara.
Benim de çocukluğuma donmem siz bilim teknik deyince oldu şimdi. Benim bilim çocuk dergisine aboneliğim vardı. O kadar meraklı bir çocuktum ki, her yeni sayi geldiğinde yeni şeyler öğreneceğim diye havalara uçardım. Derginin sağladığı Gözlem defterim vardı pikniğe gittiğimizde ilginç yaprak ve çiçekleri toplar defterime yapıştırır tarihi mekanı not ederdim. Posterleri odamın duvarına asardim. Hey gidi! Ama geçmiş geçmişte kalmıştı değil mi? 😅