Kendimce Düşünceler - 41: Bartleby ve Meursault ile Tutsak İkilemi
Kumdan Kaleler ve Metin Altıok'u hatırlamak üzerine bir deneme. 🏠 Live Aid -> Francis Ford Coppola. 🎥 Oku: "Yaza Yolculuk - Tomris Uyar" 📚 İzle: "Barry - Alec Berg & Bill Hader" 🎬
Başlarken
Albert Camus’nün Yabancı’sında, hayatta hiçbir şeyi umursamayan başkarakter Meursault’nun sık tekrar ettiği bir ifade vardır: “Ça m’est égal” ya da şimdi ışıklar içinde uyuyan Vedat Günyol’un dilimize kazandırdığı harika çevirisiyle “Bence bir”. “Fark etmez,” değil. “Sen bilirsin,” değil. Meursault neden roman boyunca kararlılıkla her seçeneği birbiriyle eşit görür?
1942’de yayınlanan Yabancı’nın esin kaynaklarından biri, neredeyse 90 yıl önce, 1853’te yayınlanmış Herman Melville kısa öyküsü Kâtip Bartleby idi. Öykünün tam adı: “Bartleby, the Scrivener: A Story of Wall Street”. Buradaki Wall Street vurgusu ileri görüşlü bir tahmin gibi görünüyor, çünkü bu bölge 1850’lerde henüz bugün olduğu gibi finans dünyasının merkezi değildi (Anekdotçu geldi! Wall Street ismi nereden geliyor derseniz, New York şehrinin adı henüz Hollandalılar tarafından kurulduğu şekliyle New Amsterdam iken, Kızılderililer ve İngilizlere karşı kenti korumak için yüksek duvarlar, yani surlar inşa ediliyor. Wall Street, yani duvar caddesi ismi de bu surlardan ileri geliyor. Hoşça kal anekdotçu!). Öyküde bir hukuk bürosuna kâtip olarak giren Bartleby, bir süre sonra kendisinden iş istendiğinde “Yapmamayı tercih ederim,” diyerek öylece durmaya başlar. Ofise gelir, hatta ofiste yaşar ancak hiçbir şey yapmaz. Ne yapacağını bilemeyen patron en sonunda ofisi başka bir adrese taşır, ancak Bartleby eski ofise gelip öylece durmaya devam eder. Kapitalist ekonomiye karşı kişisel bir başkaldırı mı, yoksa iş ve hayat ekseninde anlamın bilinçsizce reddi mi?
Bu noktada bir bağlamı da oyun teorisinin en önemli bulmacalarından biri olan Tutsak İkilemi (Prisoner’s Dilemma) ile açmakta fayda var. Mizansen şöyle. Yakalanan iki tutuklu var, ancak hüküm giymeleri için yakalayanların elinde yeterli delil yok. Bunun için tutsakları iki ayrı odaya alıp birbirlerine ihanet etmelerini bekliyorlar. Her iki taraf da suskun kalırsa 1’er yıl ceza alacaklar. Biri susar diğeri itiraf ederse, itiraf eden serbest kalacak, diğeri 10 yıl ceza alacak, ikisi de itiraf ederse 5’er yıl ceza alacaklar. Nobel ödüllü matematikçi John Nash’in de sonradan ortaya koyduğu üzre rasyonel mantık genellikle itiraf etmeyi seçer, çünkü 10 yıl ceza almaktan çekinir. Oysa birbirlerine güvenseler, iş birliği yapsalar ve karşılıklı sussalar toplamda en az cezayı alacaklardı. Peki Meursault ve Bartleby tutsak ikileminde kalsalardı ne yaparlardı?
Bartleby herhalde hiçbir şey yapmamayı tercih ederek suskun kalırdı. İş birliği yapmak için değil tabii, yalnızca pasif bir tür reddediş gösterirdi. Meursault içinse bu karar da herhangi bir karar gibi önemsiz ve anlamsız olurdu. Muhtemelen itiraf ederdi, ancak itiraf edip Bartleby’yi 10 yıl hapse götürmekle, söz gelimi tutsak olduğu odanın pis olması onu aynı derecede rahatsız ederdi. Şimdi, içinde yaşadığımız toplumda da sıkça kendi çıkarlarımızla grubun çıkarlarının çatışmaya girdiği zamanlar oluşur. Hiçbir şey yapmazsak kendimizi Bartleby’nin pozisyonunda buluruz ve hep kısa çöpü çekeriz. Bizim için her seçenek eşitse ve anlam dünyamız kocaman bir boşluktan ibaretse o zaman Meursault gibi rastgele yaşamaya başlarız, etrafımıza zarar veririz ve eninde sonunda sefil oluruz. Oysa yine John Nash diyor ki, insanlar tutsak ikilemine tekrar tekrar düştüklerinde bu defa rasyonel değil iş birliği içinde davranış gösterebilirler. Yani hep deriz ya, yarın yüz yüze bakacağız diye. Bunun gerçekten de bir anlamı var. Birbirimizi düşünmenin matematiksel bir karşılığı var!
Anlam yolculuğunda yanınızda olan Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Her sayıda, blogumda o hafta yayınlanan yazıyı paylaşıyorum.
Evde Yoklar
Tuna Kiremitçi'nin ilk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden'i herhalde 2007-2008 yıllarında bitirmiş olmam lazım. Yüksek lisans yapıyordum. O ara sürekli okuyordum. Tutunamayanlar gibi bir kitap daha bulamamıştım. Arıyordum. MSN'imde şiir mısraları paylaşmayı oldum olası severdim. Bir 2 Temmuz günü Metin Altıok'la tanıştım. Günlerden Öyle Bir Gün şiirini şöyle bitiriyordu:
"Uzandım usulca cigarama;
Yavan ömrüme katık.
Ben o gün öldüm gülüm,
Bir daha ölmem artık."
Şiir kitabı alan kaç kişi kalmıştık bilemiyordum. Bir Acıya Kiracı'yı açıp açıp okurdum. Evde Yoklar şiiri tekrar tekrar okuturdu kendini. "Ne zaman bir dosta gitsem, evde yoklar" mısrasını yinelemişti Altıok. Herkesin her an tetikte olmadığı, her şeyi, her zaman ve hemen elde etmeye alışık olmadığı zamanlardı. Çat kapı bir tanıdığına giderdin. Zili çalardın, diyelim kapı duvar; komşu açardı. "Evde yoklar," derdi gerçekten. Bir tanıdığın evde olmama ihtimali göze alınırdı, hiç yoktan komşu bile buyur ederdi belki. Beklerdin. Tanıdığın hiç kimsenin hiçbir zaman evde olmaması ise Gencebay'ın "ya evde yoksan"ından da başka bir şeydi, çocuksu bir korkuydu. Oysa büyümek, yine Altıok'un dediği gibi, cebinde yazılmamış bir mektupla çaldığın kapıyı kendin açmaktı. O kapı bir defa açılınca, bu defa dostların da gelip girmek isterdi. Olmaz mı ya?
Tuna Kiremitçi'nin romancılıktan önce müzisyenlik yaptığını da işte o zamanlarda öğrenmiştim. Kumdan Kaleler grubunun solistiydi. 1996 tarihli Denize Doğru albümü çok güzeldi. En güzel şarkısı da Metin Altıok'un şiirinden besteledikleri Evde Yoklar. Büyümek gibi bir şarkıydı. Dinledim, sonra kendimi de dinledim. Selamlaştık ilk defa.
Beşli Çağrışım
Her sayıda, birbiriyle başta ilgisiz görünen bir kavramdan diğerine beş maddede çağrışım yaparak ulaşma oyunu oynuyoruz. Bu hafta Live Aid’den yola çıkıp Francis Ford Coppola’ya varıyoruz. Siz de farklı yollarla ulaşmayı deneyebilirsiniz.
Not: Bülten aboneleri beşli çağrışım önerilerini chat üzerinden bırakabilir. Önerisi bültende yer alan aboneye atıfta bulunarak teşekkür edeceğim.
13 Temmuz 1985’te Londra’daki Wembley Stadyumu ve Philadelphia’daki JFK Stadyumu aynı anda müthiş bir organizasyona sahne oldu. Afrika, özellikle de Etiyopya’daki açlık felaketine karşı dünyanın en meşhur sanatçılarından birçoğunun katılımıyla Live Aid isimli büyük bir yardım konseri düzenlendi.
Canlı yayınlarla tüm dünyadan izlenen, 16 saat süren ve 120 milyon doların üzerinde yardım toplanan organizasyon en çok, hıncahınç dolu Wembley stadyumunda tattırdıkları 20 dakikalık müzikal azamet ile Freddie Mercury liderliğindeki Queen grubu üzerinden hatırlanır.
Konserin en ilginç anekdotlarından biri, katılan sanatçılardan Phil Collins’in hem Londra’da hem de Philadelphia’da sahneye çıkmasıdır. Wembley’de Sting’le birlikte gerçekleştirdiği performansının ardından seçkinlere özel süpersonik (sesten hızlı) yolcu uçağı Concorde ile 3.5 saatte ABD’ye ulaşır ve Philadelphia’ya helikopterle geçip Led Zeppelin’in arkasında çalar.
Collins bu yolculuk esnasında uçakta Cher ile karşılaşır. Bu karşılaşmadan üç yıl sonra Moonstruck filmiyle ilk ve tek Oscar ödülünü kazanacak olan ünlü diva ise tamamen tesadüf eseri oradadır ve konserden habersizdir.
Moonstruck’ta Cher’le başrolü paylaştığı esnada, Nicolas Cage henüz 23 yaşındadır ve Elveda Las Vegas’la Oscar almasına daha dokuz yıl vardır. Asıl ismi Nicolas Kim Coppola olan sanatçı, tüm zamanların en büyük yönetmenlerinden Francis Ford Coppola’nın ağabeyinin oğludur.
Coppola hanedanı çok geniş. Yukarıdaki fotoğrafta (kaynak) soldan sağa: Nicolas Cage (yeğeni), Sofia Coppola (kızı), Francis Ford Coppola (kendisi), Talia Shire (kız kardeşi, Rocky’deki Adrian) ve Jason Schwartzman (yeğeni, Shire’ın oğlu). Daha fotoğrafta olmayan Carmine Coppola (The Godfather: Part II’nun Oscar ödüllü bestecisi ve Francis’in babası) ve Roman Coppola da (Oscar adayı senarist, Sofia’nın erkek kardeşi ve Wes Anderson’ın kankası) var.
Okuduklarım
Her sayıda, son okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Yaza Yolculuk
Roman okurlarıyla öykü okurları arasında, mağaracılarla dağcılar gibi tatlı bir rekabet, bir yoğurt yiyiş farkı vardır. Oysa yazar için roman, öykü, şiir ancak anlatacağı temanın boyutunu, izleğinin kapsamını belirler o kadar. Ben iyi bir roman okuru olarak bu daha kompakt türde zorlanırdım ama öykü okumanın da öğrenilebilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Tomris Uyar’ı ilk olarak Murat Gülsoy’un Büyübozumu kitabında tamamı alıntılanıp analiz edilen “Köpük” öyküsüyle tanımıştım. Yaza Yolculuk, 1987’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı da kazanmış bir eser ve 9 tane kısacık öyküden oluşuyor. Okuyunca isminin ne kadar isabetli konulduğunu anlıyorsunuz. Tam yılın bu zamanlarının kitabı. Uyar, kısa öykülerinin hepsinde insanları buluşturuyor, ayırıyor, kalabalık arkadaş gruplarını konuşturuyor, mekanları yad ediyor ve nihayet duru bir kabullenişle sonlandırıyor. Olay odaklı değil de, duygu odaklı öykücükler bunlar. Herkesin favorisi olan “Ölen Otelin Müşterileri” (müthiş bir anlatım gücü ile yazılmış) dışında benim en sevdiğim, bir hikâyenin kahramanı olduğunu bilen başkarakteri ile “Yaz Şarabı” öyküsü oldu. Yazarla tanışmak için iyi bir başlangıç, öneririm.
Not: Kitap yıllar önce ilk olarak Can Yayınları tarafından basılmış, sonra yıllarca YKY tarafından yeni baskıları yayınlanmış. 2022’den itibaren ise tekrar Can Yayınları’ndan baskı yapmaya devam etmiş. Bu da böyle bir bilgi.
İzlediklerim
Her sayıda, son izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
Barry
Afganistan’daki hizmetinden döndükten sonra tetikçilik yapan eski bir deniz piyadesi, bir gün aktör olmaya karar verir ve bunun için de Los Angeles’ta bir tiyatro kursuna gitmeye başlarsa ne olur? Bill Hader’ın Saturday Night Live kadrosundan ayrıldıktan sonra senarist dostu Alec Berg’le birlikte imza attığı 2018 tarihli Barry, yayınlandığı 4 sezonluk dilimde bu sorunun cevabını veriyor. Karşımızda senaryosu sağlam, kendini ciddiye alan, kusursuz bir kara komedi var. Bill Hader, başkarakter Barry Berkman’ı derinlikli bir performansla canlandırıyor. Hader, SNL’de yer aldığı 2005-2013 yılları arasında birçok unutulmaz skeçte yer almış bir taklit makinesi. Ancak dramatik oyunculukta da ne kadar başarılı olabileceğini bu rolle kanıtlıyor. Yine en çok güldüğüm skeçlerden birini hatırlatayım.
Barry, dizi olarak ellerini kirletmekten çekinmeyen bir HBO yapımı, ancak özünde bir komedi olduğunu da unutturmuyor. Bana en çok Breaking Bad’i çağrıştırdı. Dexter’a da yer yer göz kırpıyor. Bölümleri 30 dakika, ki bence böyle bir dizi için harika bir süre. 4 sezonunda toplam 32 bölümü var, yani nicelikten çok niteliğe önem verilmiş. Ayrıca oyunculuk atölyesi dolayısıyla Macbeth’ten True Romance’e kadar geniş bir yelpazedeki tiyatro ve sinema yapıtına renkli göndermeler içeriyor. Sinefillerin özellikle seveceğini düşünüyorum. HBO Max platformundan seyredilebiliyor. Kaliteli bir iş izlemek isteyenler için öneriyorum.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, her hafta pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız lütfen bültenin hemen üst veya alt bölümlerinde yer alan kalp simgelerine (❤️) tıklayarak beğenilerinizi gönderin. Görüş bildirmek isterseniz bültenin hemen altına yorum ekleyin (💬), mutlaka cevaplarım.
Fanzin okumayı ve her şey hakkında bilgi sahibi olmayı seven arkadaşlarınızla ilginç bir şeyler paylaşmak isterseniz restack butonunu kullanarak (🔁) ve aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋
Bartleby sendromu diye bir şey var. Yazmayı bırakan, yazarlık kariyerinin zirvesindeyken yazmamayı tercih eden yazarları betimlemek için kullanılan bir sendrom. Hatta bu öykünün yaratıcısı da bu sendroma girenlerden. Bu yazarlardan bazılarını merak ederseniz diye (https://onedio.com/haber/yazdiklarina-doymadik-bartleby-sendromuna-yakalanarak-yazmayi-erkenden-birakan-yazarlar-828908)
Ben bu sendromu her meslek için kullanabiliriz diye düşünürüm. "Kumdan Kaleler" i ve "Bartleby" i aynı yazıda görünce, "Kumdan Kaleler" de bu sendroma yakalanmış mıdır acaba diye düşünmeden edemedim. Tek albüm <<bence çok başarılı bir albümdür>> çıkarıp, sonrasında ortadan kaybolmak.