Kendimce Düşünceler - 47: Bir Tencere Yaprak Sarması
Sorularınızın sessiz ortağı. 👐 Neden günlük tutarız? ✍️ Az bilinen 5 savaş filmi. 🪖 Oku: "Akıldışı Sevgilerimle - Dan Ariely" 📚 İzle: "The Royal Tenenbaums - Wes Anderson" 🎬
Başlarken
Kendimce Düşünceler’in ikinci sezonunun üçüncü sayısından herkese merhaba! Yeni sayıları sizlerle buluştururken niyet ettiğim şey, zihinlerimiz arasında bir köprü kurmak. Her başlangıcı, önemli bir soru için kafa yoran sessiz bir ortaklık gibi görüyorum. Bu yolculuğa iki haftada bir dahil olmak isterseniz abone olmanız beni çok mutlu eder. Her zamanki gibi sevgi ve şans yanınızda olsun. 🍀
Çağan Irmak’ın 2008 tarihli melodramı Issız Adam’da dananın kuyruğunun koptuğu nokta herhalde Alper’in “Ada ben ayrılmak istiyorum!” dediği sahne. Mizanseni hatırlatayım. Alper’in annesini yeni uğurlayıp eve gelmişler. Ada, çocuksu bir hevesle kadının gitmeden pişirip dolaba koyduğu bir tencere yaprak sarmasına, bütün tencereyi yeme parolasıyla yumulmuş, içecek olarak da şeftali suyu tercih etmiş, hararetle bir şeyler anlatıyor. Duvara sırtını dayamış Alper, görünüşte her şey yolunda gibiyken, işte o sırada bir çuval inciri berbat ediyor. Ada elindeki sarmayı bırakıp şeftali suyundan küçük bir yudum alıyor ve “Neden hiç şaşırmadım diye düşünüyorum!” ile başlayan konuşmasını yapmak için kameraya dönüyor. Ayağa kalkarken bardağı görüyoruz, neredeyse bomboş. Neden? Çünkü Ada en başında bardağa çok az meyve suyu koymuştu. Bir tencere yaprak sarmasına yetecek kadar değil. Yıllar önce sinemada izlerken de bana tuhaf gelen bu detayı gelin biraz açayım.
1980’de sosyal psikolog Neil Weinstein’ın ortaya koyduğu, 2010’larda ise bilişsel nörobilim profesörü Tali Sharot’un deneyle pekiştirdiği bir bilişsel önyargı var. İsmi iyimserlik önyargısı. Weinstein’ın çalışması insanların kötü olayların kendi başlarına gelme ihtimalini sistematik olarak çok düşük, iyi olayların başlarına gelme ihtimalini ise çok yüksek tahminlediklerini ortaya koyuyor. Sharot ise bunu bir adım daha ileri götürüyor ve MR cihazıyla da izleyerek, insanlara başlarına gelebilecek kötü olayların olasılığı ile ilgili tahmin yaptırdıktan sonra gerçek istatistikleri de onlara iletiyor ve yeni bir tahmin yapmalarını istiyor. Riskin ilk tahminlerinden daha düşük olduğunu duyduklarında, yani olumlu bir bilgi aldıklarında, insanlar hızla tahminlerini değiştiriyorlar. Ancak riskin ilk tahminlerinden daha yüksek olduğunu duyduklarında, yani olumsuz bir bilgi aldıklarında ise tahminlerini hemen hemen hiç değiştirmiyorlar. Beynin hata farkındalığını işleyen kısmı Anterior Singulat Korteks (ACC), olumsuz haberlerde neredeyse hiç aktivite göstermiyor. Yani gerçekten de “good vibes only” biçiminde programlıyız.
Matematiksizliğin dayanılmaz hafifliği dışında insanların böyle davranmasına sebep olan şey tabii ki umut. Dünyayı ileriye götürenler, geleceğe yatırım yapanlar, olmazları olduranlar ve bir tencere yaprak sarmasını bir oturuşta yiyebileceğini düşünenler işte bu umutlu insanlar. Stephen King’in kısa öyküsünden uyarlanan 1994 tarihli Esaretin Bedeli’nde başkarakter Andy, Red için o siyah taşın altına gizlediği mektupta ne demişti?
“Unutma Red, umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şeydir ve iyi şeyler asla ölmez. Umarım bu mektup sana ulaşır ve seni sağlıkla bulur.”
Bu çok doğru sözden önceki 19 yıl boyunca bir keskiyle tünel kazan, tünelin girişini bir metrelik bir posterle kapatan ve kaçış planını ince ince dokuyan Andy, bir tencere yaprak sarmasının yanına iki parmak şeftali suyu koyan Ada ve doymak bilmeyen bir narsisizmden muzdarip olan Alper’i de son olarak karşılaştıralım mı? “Evet!” diye bağırdığınızı duyar gibiyim. Üçü de iyimser olan karakterlerimizden Andy haksız yere hapse düşünce her şeyini kaybetti ve kendine yeni bir dünya kurmanın planını yaptı, tek eksiği bir keski, bir poster ve biraz zamandı. Alper’in zaten her şeyi vardı, tek eksiği onu iyileştirecek bir yürekti, onu da elinden kaçırdı. Ada’nınsa bir tencere dolusu yaprak sarması ve eşikte bekleyen bir kalp kırıklığı vardı, tek eksiği yeteri kadar meyve suyu ve azıcık duygusal bağ kurmaktı, o da kısmet olmadı. Umudu da çaba, moral ve şansla beslemek gerekiyor demek ki.
Umudunuzu hep yüksek tutmanızı salık veren Kendimce Düşünceler’i okuduğunuz için tekrar teşekkürler. Hadi başlayalım.
Blogumdan
Bu yazı yine geçmişten, günlük tutma üzerine bir çeşitleme. Buyurunuz:
Saf ve Düşünceli Günlükçü
Günlük tutmanın iki türü vardır:
Adına yakışır biçimde, tarihi de sakınmayıp, günü gününe veya neredeyse günü gününe; normal bir deftere, ajandaya ya da tercihen asıl işi kırtasiyecilik olmayan kitapçılarda satılan tarz ciltli defterlere; o gün ne yaşandıysa olay atlamadan ve fakat duyguları, yargıları da işin içine katarak - yani bir nevi dış zamanın nesnelliğiyle, iç zamanın öznelliğini tanıştırıp çöpçatanlık yaparak; başka bir nevi yıldızları kararlılıkla sayan adamın ciddiyetiyle, sabah olduğunda sokak lambalarını dolaşıp söndüren adamın gizli heyecanını aynı mimiğe yorarak - aktarmak.
Görev kabilinden uzak, hayatın pik ve dip noktalarına varmaya az kaldığında veya duygu patlaması, düşünce bombardımanı, olayların fişeklemesi, insanların fişteklemesi gibi bir değişkenin etkisiyle veya yazmazsam çıldıracağım haklı algısına gark olunan zamanlarda veya (örneğin) on beş gün önce vuku bulan bir anıyı tekrar değerlendirip, şimdi belleğin - ders çalışsın diye yanına gönderilen bir komşu çocuğu gibi tembel ve umursamaz olan belleğin - unutma özgürlüğünden, tükenmez kalemin bir de uzayda çalışsa tam olacak gaddarca kalıcılığına taşıma isteği söz konusu olduğunda; vazgeçilmez biçimde yine tarz bir ciltli deftere; peşin hükümlerden, önyargılardan, yanlış çıkarılan sonuçlardan, yanlış anlaşılan davranışlardan, yanlış hatırlanan gerçeklerden bolca katılan et suyuna çorbaları içerek büyüyen koskoca değerler okyanusunu kusmak.
Bunların hangisinin doğru olduğuna kimse karar veremez. Doğrusu, aşık değilseniz, zaten büyük ihtimalle günlük tutmayla çoktan yollarınızı ayırmışsınızdır. Vakit olmayabilir, ilham gelmeyebilir, günleriniz yazmaya değecek kadar ilginç geçmiyordur, fiziksel olarak yazma uzvunuzu yitirmişsinizdir veya çok ekstrem de olsa, gece çalışıp gündüz uyuyor olabilirsiniz (soru: bu neden engeldir? cevap: çünkü bütün günlükler gece yazılmalıdır). Bunun haricinde hala günlükçü tayfadaysanız, hele hele birinci tip kâtip günlüğünü tercih ediyorsanız, ya çok azimlisiniz ya da istisna olmaya heveslisiniz. Buna karşın şunu da kabul etmek gerekir ki, günlük tutmayıp da ne yapacaksınız? Kendi beyninizin içi, duvara dert anlatmak gibidir, yankı yapar. Bazı olasılıklar konuşulmaz, konuşunca gerçek olacağından en ilkel korkularla korkulur, dolayısıyla çoğu zaman başkaları da çözüm değildir. Anonim bir alıcıyı sürekli garanti eden sosyal medyada, gizemsiz yaşamına sıklıkla ve bayağılıkla değinmek, entipüften bir kitaptan veya araba camı çıkartmasından alınma feylesofluğu inanarak - isteyerek paylaşmak yetmez. Yazmak, çizmek gerekir. Sanat, yüksek sanatlar, bir çok kökeninin bir yerinde yalnızlığı da barındırmaz mı zaten?
Beşli Liste
Savaş filmleri aslında insan ve insanlık öyküleridir. İnsansız film olur, örnekleri de vardır ancak insansız savaş filmi olmaz. Genellikle tarih janrıyla da kol kola verdikleri için, savaş filmi izlerken tarihle ilgili de birçok şey öğrenebilirsiniz. Bu sayıda az bilindiğini düşündüğüm 5 adet savaş filmine yer vermek istedim.
1. Human Condition - Ningen no jôken (1959) - İkinci Dünya Savaşı esnasında Japon işgali altındaki Mançurya. Toplama kampında görevlendirilmiş bir pasifist olan Kaji’nin gözünden savaşın insanlık dışılığını üçleme biçiminde izliyoruz.

2. Judgment at Nuremberg (1961) - İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Nazilere mensup subayların ve yargıçların yargılanması için Nürnberg kentinde büyük bir mahkeme kuruldu. “Bir aksiyonun yasal olması, yapan kişiyi aksiyonun sonuçlarına karşı sorumlu kılar mı?” sorusunun cevabını arıyoruz.
3. The Battle of Algiers (1966) - Cezayir’in 1954-1962 arası Fransa’ya karşı yürüttüğü ve bağımsızlıklarına kadar süren direniş hareketini yarı belgesel formatında izliyoruz.
4. Aguirre, the Wrath of God (1972) - Hande Yener’in “İki Deli” şarkısı yönetmen Werner Herzog ile bir dönem devamlı başrolü olan Klaus Kinski (aşağıda videoda) için yazılmış sanki. 16. yüzyılda Güney Amerika’yı işgal eden İspanyol kolonicilerin efsanevi El Dorado şehrini arama hikâyesi.
5. Empire of the Sun - 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Şangay’ı işgal etmesiyle kendini toplama kampında bulan bir zengin çocuğunun kampta geçen büyüme öyküsü. Tüm eserleri teknoloji ve metal nesnelere (bu eserde savaş uçakları) karşı bir tür fetişizm içeren J.G. Ballard’ın romanından uyarlama.

Okuduklarım
Her sayıda, okuduğum kitaplardan biri için Goodreads’e yazdığım incelemeyi paylaşıyorum.
Akıldışı Sevgilerimle: Kayıp Çoraplar ve Diğer Varoluşsal Muammalar
Davranışsal psikoloji, daha da spesifik olarak davranışsal ekonomi konusunda Kahneman ekolünün popüler temsilcisi Dan Ariely’yi, insanların kararlarının neden çoğu zaman mantığa aykırı olduğunu açıklayan harika kitabı Akıldışı Ama Öngörülebilir ile tanımıştım. 2012-2022 yılları arasında The Wall Street Journal’da okurların günlük hayattaki tuhaf sorularına mizahi, bilimsel ve çoğu zaman şaşırtıcı şekilde cevap verdiği “Ask Ariely” köşesinden 2015’te derlenmiş Akıldışı Sevgilerimle (Irrationally Yours) kitabında da çok eğlendiğimi söylemem lazım. Çorapların çamaşır makinesinde neden kaybolduğundan flörtte reddedilme korkusuna, küçük hilelerin psikolojisinden e-posta beklerken yaşanan anlamsız kaygıya, iş toplantılarında neden fazla özgüvenli insanların daha ikna edici göründüğünden marketteki fazla seçeneklerin karar verme sürecimizi nasıl felç ettiğine, hediye verirken neden pahalı olanı değil de anlam yüklediğimizi seçtiğimizden motivasyonun parayla ne ölçüde artıp ne ölçüde düştüğüne kadar hayatın içinden birçok konuya muzip cevaplar veriyor, aynı zamanda da düşündürüyor. Bölümleri kısa ve okuması kolay. Psikolojiyle ilgilenen herkese keyifle öneririm.
İzlediklerim
Her sayıda, izlediğim film veya dizilerden biri için yazdığım bir incelemeye yer veriyorum.
The Royal Tenenbaums
Minimalizm deyince kafamızda bir şeyler canlanmaya başladı, günlük hayatta pek çoğumuz asgari düzeyde uygulasak da, yalınlık, sadelik, fazlalıklardan arınmışlık gibi fikir yürütmeleri kolaylıkla yapabiliyoruz. Sinemada minimalizm ise minimum kamera hareketi demektir. Minimalist bir yönetmen sahnesini kurar, gözünü bir o yana bir bu yana çevirmez; doğru anda doğru aktör ve aktrisler, doğru bir sinematografi çerçevesinde rollerini yapar, filmin hikayesini oluşturan olaylar doğru sırayla gelişir; sonunda da sevenleri için tadından yenmez bir eser oluşur. Bu akımın babaları Robert Bresson ve Yasujiro Ozu ise, modern temsilcisi de kesinlikle Wes Anderson’dır. Martin Scorsese’nin yıllar önce bir röportajında, yeni yönetmenlerden yerinizi kim alabilir sorusuna çok net bir şekilde “Wes Anderson” cevabını vermesi boşa değildir. Anderson’ın başarısını şöyle örneklemek lazım; iyi bir sinema izleyicisi, iyi bir yönetmenden tek bir kareyi gördüğünde filmi tanıyabilir; Andersonesk diyebileceğimiz, çokbilmiş, geveze ve biraz da uyanık baş karakter, inadına yapay setler ve karton zeminler, ekranda gördüğümüz nesnelerin metinler ve panolar ile açıklamaları gibi öğeler sayesinde, bir Wes Anderson filmini, henüz görmemiş olsanız dahi tek karesinden tanıyabilirsiniz.
“Hepsi birbirinden yetenekli ve eksantrik tipler olan Tenenbaumlar ve dostları, yıllarca uzak yaşadıktan sonra, ailenin babası Royal’ın uydurma bir bahaneyle geri dönmesi üzerine tekrar bir araya gelirler,” şeklinde konusunu özetleyebileceğim The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) filmini çok seviyorum. Tüm oyuncuları ayrı ayrı nefis (hele hele başroldeki Gene Hackman ve hayatının oyununu çıkaran Luke Wilson). Senaryodaki incelikler her zamanki gibi üst düzey. 2001 tarihli filmin en sevdiğim bölümleri:
Elliott Smith’in Needle in the Hay parçası eşliğinde (şarkıyı aşağıda paylaşıyorum) Richie’nin intihar girişiminde bulunduğu sahne.
Hayat boyu üçkağıt peşinde koşan Royal’ın, “burada kötü adam gibi göründüğümü biliyorum ama geçirdiğim son 6 gün muhtemelen hayatımın en iyi günleriydi” demesinden sonra, dış sesin söylediği şu söz:
“Royal, bu açıklamayı yaptığı anda, söylediklerinin doğru olduğunu fark etti”.
Tabii ki Ben Stiller’ın oynadığı Chas karakterinin oğullarıyla birlikte giydikleri Badi Ekrem eşofmanlarının filmin sonunda siyaha dönmesi gibi, filmin detay zenginliğine sadece bir misal olabilecek, gizem türünde olmayan bir yapıt için (sözgelimi The Sixth Sense gibi bir sır tutma tandansı olmasa da) üst düzey bir tekrar seyir potansiyeli içeriyor, gönül rahatlığıyla öneririm. Yönetmenin diğer birçok yapıtıyla birlikte Disney + platformundan izleyebilirsiniz.
Kapatırken
Kendimce Düşünceler, sadık bir dost gibi, iki haftada bir pazar sabahları söz verdiği saat olan 9:00 sularında bülten formatında e-postalarınızdaki yerini alıyor. Size ilham vermesi için tek yapmanız gereken ücretsiz bir biçimde abone olmak.
Keyif aldıysanız kalp simgesine (❤️) tıklayarak beğenilerinizi gönderebilir, bültenin hemen altına yorum ekleyebilirsiniz (💬). Paylaşmak isterseniz restack butonunu kullanarak (🔁) ve aşağıdaki butona tıklayarak Kendimce Düşünceler bültenini paylaşabilirsiniz.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋






