Kendimce Düşünceler - 6: Büyümek
Zimbardo deneyi: Sıradan insanlar nasıl kötü olur? 🖤 Yapay zekanın üreticisi mi olacağız, yoksa tüketicisi mi? 🤖 Oku: Mitologya 📚 İzle: State of the Union 🎬
Başlarken
Yaş almaya iki şekilde yaklaşabilirsiniz. İlki kötümser bakış açısıyla, artık hiç yapamayacaklarınız için üzülmek. Profesyonel sporcu veya piyanist olamayacağınızın netleşmesi, tek başına Interrail’e çıkamayacağınızın, öğrenci kulübü kuramayacağınızın veya devlet memuriyetine giremeyeceğinizin garantilenmesi gibi. Davranışsal teorinin güzelce tespit ettiği üzre insanlar elindekini kaybetme tehdidi karşısında yeni bir şeyler kazanma fırsatına göre daha fazla risk almaya açık. Dünyamızı saran yetişkin çocukları biraz da bundan sayıyorum, kimse gençliğine günahıyla sevabıyla veda etmek istemiyor. Oysa yaş almaya iyimser bakış açısıyla yaklaşırsanız, geçmişe göre daha sakin, daha bilge ve anlayışlı olduğunuzu görebilirsiniz. Hayatı anlamlı kılan detayları görmede, veri ve olayları sentezleyerek yorumlamada daha mahir olduğunuzu, köklenmiş bir ağacın gövdesi gibi zayıf rüzgârlardan etkilenmediğinizi sezebilirsiniz. Tıp gelişiyor ve longevity zaten orada bekliyor, azıcık oturduğunuz yerden kalkın, azıcık boğazınızı tutun, bilgi ve tecrübenizle yaşam size yeni ve beklenmedik fırsatlar sunsun. Prof. Dr. Osman Müftüoğlu bir röportajında diyor ki:
“Beklenen ömrün uzaması sonucu artık 60 yaşındaki birinin önünde 40 yıl daha var. Böyle bir süre için bir planınız olmalı, birkaç hobi, belki de emekliliğiniz için yeni bir meslek edinmelisiniz.”
Çocukluğumdan beri sabahları özlem ve sevgiyle Atatürk’ü andığım, öğleden sonra ise neşeyle doğum günümü kutladığım, benim için böyle çift anlamı olan bir 10 Kasım daha geldi. Kendimce Düşünceler bülteninin geçen sayısını Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’e ayırdığım için bu hafta farklı konulara yer vermek istedim. Atamızı edebi istirahatinin 86. yılında minnet ve saygıyla anarken, bu haftalık bülten yolculuğuna merakla eşlik eden sizlere tekrar teşekkür ederim. Hadi başlayalım.
Yazılardan Kısa Kısa
Her bültende o hafta https://utkucevre.com.tr web sitesinde yayınlanan yazılardan kısa birer tanıtıma yer veriyorum. Yazıların tam hallerine, her bir tanıtımın sonunda yer alan linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Sosyal psikolojiyle ilgilenenlerin kesin bileceği, ilgilenmeyenlerin de belki duymuş olduğu ünlü Stanford Hapishane Deneyi veya deneyin yaratıcısı Prof. Philip Zimbardo’nun ismiyle anıldığı şekliyle Zimbardo Deneyi, sosyal roller, otorite ve itaat konusunda yapılmış en cesur çalışmalardan biridir. Geçtiğimiz ay aramızdan ayrılan Zimbardo’nun hayat boyu yürüttüğü çalışmalardan damıttığı, felsefecilerin yüzyıllardır tartıştığı kötülüğün doğası nedir ve nasıl ortaya çıkar sorusuna yanıt aradığı The Lucifer Effect isimli kitabında, belli başlı bazı ortak noktalar çıkmış. Hem deneyin detaylarını hem de bu ortak noktaları anlattığım “Sıradan İnsanlar Nasıl Kötü Olur?” isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
Otokrasi ile ilgili dikkate değer bir başka deney, 1967’de California’da Ron Jones isimli bir tarih öğretmenin lise öğrencileriyle yürüttüğü The Third Wave. Nazizm gibi zalim ve otokratik ideolojilerin toplum tarafından da nasıl da kolayca benimsenebileceğini gösteren deneyden yola çıkılarak 2008’te Die Welle isimli bir de film yapıldı. Apple TV’den kiraladığımız Field of Dreams filminden yola çıkarak, kiralama/satın alma, üreticilik/tüketicilik, süreç/sonuç ikiliklerine değindiğim bir yazı kaleme aldım. Arthur C. Clarke’ın dediği gibi, yeterince gelişmiş bir teknoloji sihirden ayırt edilemiyor. Her şey için sihirli bir değnek olması ise toplumu bir tür “istek ve arzularımı olabilecek en kısa sürede doyurmalıyım” ruh haline gark ediyor. Oysa yanlış bildiğimiz bir doğruyu ifade etmek gerekirse, mutluluklarımızın çoğu aslında hazza erişmekten değil acıdan kaçınmaktan ileri geliyor. Sipariş ettiğimiz ayakkabının getirdiği kısa süreli motivasyonu, gribi atlattıktan sonra rahat nefes alarak uyuduğumuz bir gecenin huzuruyla kıyasalayarak bu doğruyu test edebilirsiniz. Yapay zekadaki gelişmelerin dünyanın sosyal anlamda geleceğini belirleyeceği önümüzdeki 30 yıl içinde gerek birey gerekse de ulus olarak üretici mi yoksa tüketici mi olacağımızı da tartıştığım “Sen İnşa Et, İnsanlar Gelecektir” isimli yazıyı okumak için buraya tıklayın.
2001: A Space Odyssey film setinde Arthur C. Clarke ve Stanley Kubrick. İkili 1960’larda bu hikâyeyi beraber geliştirirken, senaryosu ve romanı aynı anda yazılmış oldu. Hatta roman filmin 1968’te vizyona girişinden sonra yayınlandı. Sanatta güzel bir döngüsel zamansallık örneği.
Okuduklarım
Her bültende önceki hafta bitirdiğim kitaplardan en çok beğendiğimle ilgili olarak Goodreads’e yazdığım eleştiriyi paylaşıyorum.
Herhalde en çok Sevgilerde şiiriyle ünlenmiş, Kelebeğin Rüyası filminde de Zonguldaklı genç şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun lise öğretmenliğini esnasındaki hali Yılmaz Erdoğan tarafından başarıyla canlandırılan usta şair Behçet Necatigil’in, şiirinde de bolca faydalandığı mitoloji hakkında, daha önce hazırlamış olduğu Küçük Mitoloji Sözlüğü’nü tamamlar nitelikte, soru-cevap formatında bir küçük ansiklopedi çalışması Mitologya. Mitolojiye ilgisi olan birinin baş ucuna koyması gerekir. Özellikle Yunan ve Roma mitolojisi hakkında karakterler, ilişkiler, olaylar, eşyalar, yaratıklar gibi türlü dallarda bu kadar hap gibi bilgilendirici bir esere rastlayamazsınız. İlginiz yoksa bile, Türkçe’de kullandığımız bazı kelimelerin mitolojik kökenini öğrenip sohbetlerde anlatmak için dahi okunabilir. Keyifle öneririm.
İzlediklerim
Her bültende önceki hafta izlediğim film veya dizilerden en çok beğendiğimle ilgili olarak yazdığım bir eleştiriye yer veriyorum.
En sevdiğin beş yazar hangisi diye sorsalar sanırım Nick Hornby’yi sayarım ve kesinlikle beşinci olmaz (Louis Aragon’un büyük şairimiz Nâzım Hikmet için söylediği “O çağımızın en büyük beş şairinden biri ve kesinlikle beşincisi değil!” sözüne saygıyla göz kırpmak istedim). İlk defa yirmi yıl önce, Kanat Atkaya ve Can Kozanoğlu’nun sunduğu, NTV’de Cuma akşamları yayınlanan ve entellektüel açıdan son derece doyurucu Arka Sayfa programında duyup, bir çırpıda bütün eserlerini okuduğum bir yazar. Genellikle film uyarlamaları da olan Fever Pitch (biri İngiliz, biri de Amerikan yapımı olmak üzere iki defa uyarlandı) ve About A Boy (2001 yapımı filmde aktör olarak formunun zirvesindeki Hugh Grant ile birlikte çok genç bir Nicholas Hoult’u da izleyebilirsiniz) ile tanınmıştır. Eserlerine de sık sık yansıttığı gibi, müzikle ve Arsenal futbol takımıyla gönül bağı vardır. Sinemada özellikle Dallas Buyers Club filmiyle tanınan ve 2021 yılında erken yaşta vefat eden Jean-Marc Vallée’nin yönettiği Wild filmiyle senaryo anlamında güçlü bir örnek vermiştir. State of the Union ise doğrudan kendi eserlerinden uyarlanmayan, yaratıcılığını üstlendiği orijinal bir dizi.

Açıkçası BluTV’de içerik ararken dizinin konusunu ve başrol oyuncularını görüp beğendiğim için izlemek istemiştim. Jenerikte Nick Hornby’nin adını görünce ise bu hafta yazacağım yapımın belli olduğuna emin oldum. Antoloji şeklindeki dizi (sezonları arasında devamlılık gözetmeyen yapımlar için kullanılan bir tabir), her bölümünde evlilik terapisi seanslarına girmeden 5-10 dakika önce yakındaki bir pub’da buluşup kendileri ve ilişkileri hakkında sohbet eden bir çift hakkında. Henüz Brendan Gleeson ve Patricia Clarkson’un oynadığı ikinci sezonu izleme fırsatım olmasa da, ilk sezon Rosamund Pike ve Chris O’Dowd başrolleriyle yıldız gibi parlıyor (iki oyuncu da, dizinin yapımcı kadrosu ile birlikte Emmy ödülü kazanmıştı). Bölümler 11 dakika, dolayısıyla bir sezonu tek oturuşta bitirmek de mümkün. Diyalogların sahiciliğini, espri düzeyini ve zekasını, karakterleri ve ilişkilerini yavaş yavaş açmasını özellikle beğendiğimi söyleyebilirim. Dizinin ismi olan State of the Union, normalde politik bir tabir olarak ABD başkanının her yıl kongreye yaptığı ve ülkenin mevcut durumunu değerlendirdiği konuşma için kullanılıyor ve aklınıza soru olarak geliyorsa, evet Donald Trump da ilk başkanlık döneminde bu konuşmayı yapıyordu. Union (Birleşme) kelimesi de evlilikle eşanlamlı olduğu için, isim olarak doğru seçim diyebiliriz. Unutmadan, dizinin yönetmenliğini Stephen Frears yapıyor. Kendisini Benim Güzel Çamaşırhanem, Dangerous Liaisons ve The Queen filmlerinden; bence en önemlisi de yine Nick Hornby uyarlaması ve romanı da çok başarılı olan High Fidelity’den tanıyabilirsiniz. Kısa zamanda ve dar alanda gerçekçi bir dünya kurmayı başarıyor. İyi yazılmış, iyi çekilmiş, iyi oynanmış böyle işler çok bulunmuyor, öneririm.

Kapatırken
Kendimce Düşünceler bülteninin her hafta Pazar sabahları yayınladığım yeni sayıları e-posta adresinize gelsin isterseniz, bültene ücretsiz abone olmak için aşağıya e-posta adresinizi yazmanız yeterli.
Beğenmeniz, yorum yapmanız ve ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla bülteni paylaşmanız da beni ayrıca mutlu eder.
Görüşmek üzere, sevgiyle kalın 👋